Örneğin, mesele "limanların Rum bandıralı gemilere açılması" iken, bakıyoruz, argümana artan bir şekilde "Kıbrıs'ı tanıyın" boyutu sokulmaya başlandı. Oysa işin başında Avrupa'nın en yetkili kişileri limanların açılmasının tanıma anlamına gelmeyeceğini söylediler. "Tayvan" örneğiyle Türkiye'yi teskin etmeye çalıştılar. AB ile Kıbrıs tansiyonunun kademeli olarak artacağı bilinen bir şey. Burada bir sürpriz yok. Bu arada ince bazı oyunların oynandığı da ortaya çıkıyor ki, bu, işi daha da bulandırıyor. Şimdiyse Avrupa'da "Türkiye Kıbrıs'ı tanıyacak, yoksa..." tehditleri savruluyor. Ancak, "tanıma" Türkiye'nin BM sürecinden vazgeçip AB'nin Kıbrıs çözümüne teslim olması anlamına geleceği için, burada, olmayacak bir şeyden söz ediliyor.İlk etapta şunun altını çizmek gerekiyor: Nasıl ki Türkiye ile müzakerelerin başlamasına 25 ülkenin onayı gerektiyse, Türkiye ile müzakerelerin durdurulması için de AB'de oybirliği gerekiyor. Kısacası, böyle bir kararı almak AB için o kadar kolay değil. Oybirliği gerekiyor Türkiye muhalifleri tabii ki veto haklarını müzakere süreci içinde kullanabilirler. Fakat müzakerelerin resmi anlamda tümüyle durmasını sağlayamazlar. Sadece işi yavaşlatıp yokuşa sürebilirler. Ancak, gene de diyelim ki "olmaz" dediğimiz şey oldu. Yıl sonu geldiğinde ve Türk pozisyonunda bir değişikliğin olmadığı görüldüğünde, AB'nin 25 üyesi Komisyon'dan veya dönem başkanı Finlandiya'dan gelecek olan "Müzakereler kesilsin" çağrısını onayladı. O halde ne olur? Yokuşa sürebilirler Bu durum, Türkiye için, külahını dizine koyup AB'ye alternatif stratejiler oluşturmaya başlamasının zamanının geldiğini gösterir. Bu gayet açık. Böyle bir gelişmenin, tabii ki, ekonomiden savunma alanına, teröre karşı işbirliğinden enerji hatlarının geliştirilmesine kadar uzanan geniş bir alanda her iki taraf için ciddi sonuçları olur.Fakat, "AB olmazsa Türkiye batar" düşüncesi de geçerli değil. Hiçbir zaman da olmadı. En zayıf anında batmayan Türkiye'nin herhalde bugün batacak hali yok. Buna karşılık, burada en ağır darbeyi yiyecek olan şey, Türkiye'deki demokrasi ve insan hakları olur. Nedeni de malum. Türkiye batmaz IMF ekonomimiz açısından nasıl bir "çıpa" rolü oynuyorsa, AB perspektifinin de bu konularda bir "çıpa" rolü oynadığı aşikâr. Nitekim, on yıllarca direndikten sonra son yıllarda alelacele yapılan reformların hemen hemen hepsi "AB endeksli" olarak yapıldı. Yoksa, Türkiye'yi yöneten ve hep "devletin bekasını" kollayan güçlerin "Bunlar halkımız için gerekli şeylerdir" diye bir çıkışları pek olmadı. Bu güçler için her zaman "değişmezlik" ve "istikrar" önemliydi. Demokrasi ve insan hakları değil. Reformlar ve AB İşi bir kademe daha da ileri götürürsek, AB perspektifinin aynı zamanda Türkiye'deki laikliğin çıpası olduğunu da söyleyebiliriz. ABD'den nefret eden, Avrupa'ya da sırt çevirmiş bir Türkiye'de zaman içinde hangi değerlerin yükseleceğine dair işaretleri zaten şimdiden alıyoruz. AB ile iplerin kopmasının en büyük tahribatı işte bu alanlarda olacaktır. Gerçek demokrasi ve insan haklarının cumhuriyetimizi günümüze getirmiş olan egemen sınıf açısından, laikliğin ise nüfusun göz ardı edilemeyecek bir kesimi açısından "hayati" kavramlar olmadığını biliyoruz. Demokrasi ve laiklik Onun için ekonomisi açısından göreli istikrarı sağlamış olan bir Türkiye -ki bu Malezya gibi ülkeler örnek alınarak başarılabilir- kimi çalkantılara rağmen AB'siz yaşayabilir. Ancak, o Türkiye, çok farklı bir Türkiye olur. Orası kesin. AB'nin 25 üyesinin hepsi işte buna razı olur mu? Bundan ciddi şekilde kuşkuluyum. semihi@cnnturk.com.tr AB'siz durum