Bayram nedeniyle 100 binin üzerinde Suriyeli ülkesine gitti. Döndü diyemiyoruz çünkü bir süre sonra Türkiye’ye geri gelecekler. Hatta bunun için özel prosedürler belgeler de hazırlandı. Yani Suriye’ye değil ama Türkiye’ye 100 binin üzerinde bir geri dönüş söz konusu. Belki buna “hadi sen de gel orada ekmek elden su gölden” sözleriyle heveslenen yenileri de eklenebilir. Açıkçası ilk bakışta oldukça insani görünen bu gidip-gelmeler aslında anlaşılması zor ve hatta uluslararası hukuk açısından da sorunlu bir durum. Dolayısıyla da bilmece gibi sorular yumağı oluşturan bir hareketlilik. Örneğin bu insanlar ülkelerindeki savaştan kaçıp Türkiye’ye sığındılar şimdi gidebiliyorlarsa güvenlik sorunu ortadan kalktı anlamına gelmez mi? Ya da şu anda 3 milyon 600 bin Suriyeliye kucak açan ve bugüne kadar kendi kaynaklarıyla onlara 30 milyar dolarlık destek veren Türkiye can güvenliği sorunu kalktıysa gidenlere “geri almıyorum” diyemez mi? Dahası bu hareketlilik Türkiye’deki milyonlarca Suriyeliyle de vedalaşma zamanının yaklaştığı ya da geldiği olarak yorumlanamaz mı? Bu soruları Hacettepe Üniversitesi Göç ve Siyaset Araştırmaları Merkezi Müdürü Doç. Dr. M. Murat Erdoğan’a yönelttim. Öncelikle
Suriye cenahında Türkiye açısından iki küresel güç ABD ve Rusya eksenli iki gelişme yaşandı. Biri, ABD’nin “Rakka operasyonunda kara gücüm” dediği terör örgütü PKK’nın Suriye kolu YPG’ye verdiği ağır silah ve zırhlı araçları geri alacağını mektupla bildirmesi, hatta bu ilişkinin stratejik değil taktiksel hamle, yani gelip geçici bir heves(!) olduğunu duyurması. Diğeri ise Türk ve Rus askerlerinin İdlib’de konuşlandırılacak olması. Her ikisi de Suriye’nin kuzeyinde Akdeniz’e kadar oluşturulmaya çalışılan PKK koridoru ya da yapısını önlemek adına Türkiye’yi rahatlatan gelişmeler ancak yarattığı soru işaretleriyle de oldukça karışık bir durum. Özellikle de ABD’nin YPG konusunda Türkiye’ye verdiği güvence açısından. Niyesini dün konuştuğum MİT eski Müsteşar Yardımcısı Cevat Öneş açıklıyor:
“Silahları nasıl kontrol ederlerse etsinler, ettiklerini farz edelim, ancak bu ABD’nin YPG’yle, daha doğrusu PKK’yla olan ilişkilerinin mazereti olamaz. Çünkü orada düzenli şekilde eğitim alan, silahlanan bir yapı var ve düzenli bir orduya dönüşüyor. Ve bu dönüşürken Ortadoğu’daki yeniden yapılanma, sınırların yeniden çizilmesi çerçevesinde devletleşmek isteyen bir yapı var ve bu
Manisa’daki kışlalarda bir ay içinde yaşanan 4 toplu zehirlenme vakası bana 4 yıl önce Tekirdağ’daki bir başka kışlada yaşanan olayı anımsattı. Tugay nöbetçi amiri yarbay sabah mutfağa girdiğinde kahvaltı listesinde olmayan omleti görmüş, soruşturunca da soğuk hava dolabında ertesi günün mönüsü olan düğün çorbasında kullanılmak için duran 4 yumurtanın nöbetçi astsubayın isteği üzerine kullanıldığını ortaya çıkartmıştı. Hazine’yi 0.91 TL (doksan bir kuruş) zarara uğratmakla suçlanan astsubay da askeri mahkemede görülen davada bu zararı ödemeye ve 6 ay hapse (ertelendi) mahkûm olmuştu. Yani TSK mutfaktaki en ufak suistimale dahi göz yummamıştı. Şimdi ise kışlalardaki karavanadan zehirlenen binlerce asker var ve kasta varan ihmaller zinciri söz konusu. Hatta örgütsel faaliyet olup olmadığı da soruşturuluyor. Tabii bu arada kışlalara gıda alımı sistemi ve ihaleler konusu de (doğruluğu-yanlışlığı) tartışılıyor. Ancak bunların hiçbiri askerin yemeği konusunda çok daha duyarlı (dört yumurta örneğinde olduğu gibi) olunması gerektiği gerçeğini değiştirmiyor. Ya da olunuyorsa da önlemlerin yetersizliğini gösteriyor. Nitekim dün bu konuyu konuştuğum Türkiye Emekli Astsubaylar Derneği (TEMAD)
Türkiye ve Suriyeli gençler arasında karşılıklı öfke patlaması yaşanmadığı gün geçmiyor. Dahası, sosyal medyadaki “Ülkemde Suriyeli istemiyorum” içerikli kampanyalar ve Suriyelilerin kendi içinde çeteleşme hareketleri ivme kazanmış durumda. Yani sadece Türkler değil Suriyeliler de rahatsız ve karşılıklı öfkenin giderek arttığı çok net bir biçimde gözlemleniyor. Çünkü Suriye olaylarının başlangıcı kabul edilen 15 Mart 2011 tarihinden günümüze kadar ülkemiz yoğun bir göç akınına maruz kalmasına rağmen pek önemsemedik. Misafir mantığıyla “Nasıl olsa dönecekler” dedik, hatta döndüklerinde Türkiye adına iyi niyet elçileri olacağını sandık. Tabiki yanıldık. Dönmeleri söz konusu olmadığı gibi, başlangıçta kırmızı çizgimiz olarak gösterilen 100 bin Suriyeli mülteci sayısı 3.5 milyonu (3 milyon 038 bin 483’ü biyometrik verileri alınarak kayıt altına alınan, diğerleri kayıt dışı)aşmış ve 81 ilin tamamına dağılmış durumda. Kayıt altındakilerin 1.4 milyonu ise 18 yaş altı, yani çocuk ya da okula gidip eğitilmesi, eğitilmediğinde de her türlü tehlikeye açık olan grup. Ve bu rakam 19-24 yaş arasındakiler eklendiğinde de 2 milyonu buluyor. Bunun ne demek olduğunu İltica ve Göç Araştırmaları
CHP liderinin “adalet yürüyüşü” devam ediyor, İstanbul başta olmak üzere farklı illerde de protesto gösterileri var. Yani bugüne kadar sokağı hareketlen-diremiyor diye eleştirilen Kılıçdaroğlu, Türkiye’de daha önce hiç yaşanmamış eylem tarzıyla bir ivme yakalamış durumda. Dahası, görsel ve yazılı medyada yer bulamamaktan yakınan CHP üç gündür hem içeride hem de dışarıda gündemde. Ve bu durum daha günlerce de devam edecek. Dolayısıyla, Kılıçdaroğlu’nun, İstanbul Milletvekil Enis Berberoğlu’nun tutuklanmasının ardından Ankara-İstanbul güzergâhında başlattığı “Adalet yürüyüşü”ne CHP adına “ataleti atma yürüyüşü” de denilebilir. Nitekim dün konuştuğum parti içi yönetim ya da muhalefetten her CHP’linin görüşü de bu yöndeydi. Şöyle diyorlardı:
“Kemal Bey ilk defa doğru bir karar aldı. Halkın, dünyanın dikkatini buraya çekecek ve bu 23 gün sürecek, yani gündem olacak. Enis Berberoğlu tahliye olsa bile yürümesi gerekir. Bu, CHP’nin toparlanması, kendine gelmesi için can suyu olabilir.
CHP ilk kez sözden çıktı, eyleme geçti. Bu, partinin iç dinamiklerinde büyük bir hareket getirir. CHP’yi geçmişiyle buluşturur, o geçmiş şimdiki genç nesle bir hareket sağlar. Bu da partiye bir dinamizm
Ege Denizi’nde art arda meydana gelen ve İstanbul’da da hissedilen sallantılarla korkup yine sokağa döküldük. Hemen sonrasında da beklenen “İstanbul Depremi”ni anımsadık ve yine bildik tartışma vizyona girdi:
Sallantılar büyük depremin habercisi mi? Ya da Kuzey Anadolu Fayı’nı tetikler mi?
Bu sorunun yanıtı vatandaşı anlık rahatlatmak açısından elbette ki önemli ama beklenen sonu değiştirecek bir gösterge değil. Dolayısıyla, “İstanbul depreme hazır mı?” gibi sorulara yanıt aramak ya da odaklanmak da anlamsız. Çünkü Ege’yle bağlantısı olmasa da İstanbul’u tehdit eden o fayın bir gün kesinlikle kırılacağı ve kentin yapı stokunun da depreme hazır olmadığı malum. Nitekim bunu Çevre ve Şehircilik Bakanı da defalarca yineledi. Yani her sallantı sonrası yaşanan bu kısır tartışmalardan “Oh rahatladık” dedirtecek bir sonuç çıkmaz, çıkmıyor da... Hatta farklı açıklamalarla insanın kafası daha da karışıyor. Niyesini Bilim Akademisi Üyesi Prof. Dr. Naci Görür anlatıyor:
“Deprem oluyor, üç dakika sonra televizyonlarda yorum yapılıyor. Bilim adamı bilgiyle belgeyle konuşur. Hemen çıkıyor toto oynuyor uzman olanlar; yok benim dediğim tuttu, öyle ya da böyle oldu diye. Uzman dediğinizin
Milliyet’le geçirdiği 53 yılın 36’sında beraber olduğumuz Doğan ağabey hakkında anlatacak, yazacak o kadar şey varki. Üstelik hepsi de İletişim Fakülteleri’ndeki gençlere ders olacak cinsten. Çünkü o gazeteciliği 24 saat yaşayan, mesleki aşkını, heyecanını hiç yitirmeyen tabiri caizse haberle yatıp kalkan bir insandı. Hem de yaşamındaki son ana kadar. Yani 1981’in haziranında Milliyet’inCağaloğlu’ndaki binasında Yazı İşleri Müdürü’yken tanıdığım, sonrasında ise yıllarca hocası Abdi İpekçi’nin koltuğunda oturan Doğan Heper ile 2017’deki yazar Doğan ağabey arasında hiç fark yoktu. Dolayısıyla da son yıllarda hemen her gün ya onun ya da benim odamda oturup saatlerce süren konuşmalarımız hep haber, habercilik üzerine olurdu. Bu arada da eskiyi, eskileri anar ve geçmişin muhasebesini yapardık. En çok da Genel Yayın Yönetmenliği dönemlerindeki elinin sıkılığını... Tabi o bunu asla kabul etmez “Ben patronun parasından sorumluydum, tek kuruşun hesabını vermek zorundaydım” diye kendini savunurdu, odasında kasa bulunan yönetmenler hatırlatıldığında da kitabında yazdığı gibi “sağa sola dağıtacak para yoktu ki kasa koyalım” derdi ancak eli gerçekten de sıkıydı. Üstelik de bu sadece para
Ortadoğu’-daki krizin son dalgası Katar’ı yalnızlaştırma ya da hizaya çekme operasyonuyla başladı, İran’daki, DAEŞ’in üstlendiği terör saldırısıyla gelişerek İran-Suudi Arabistan gerginliğine evrildi. Aslında, tamamı İran odaklı ama ilk aşamasında durum daha bir gizemli gibiydi. Şimdi ise cin şişeden çıkmış durumda ve iki ülke arasında karşılıklı savaş tamtamları çalınıyor. Hem de bu kez Yemen’de olduğu gibi vekâlet değil doğrudan bir savaş olasılığı söz konusu. Tabii vekâlet durumu ABD için hâlâ geçerli. Çünkü o bu oyunda da her zamanki gibi sütre gerisinde. Yani senarist yine aynı ama bu kez İran ve Suudi Arabistan bilfiil başrolde. Bölgede “Benim de borum öter” diyen diğer küresel güç Rusya ise tam anlamıyla kulağının üstüne yatmış durumda... Açıkçası, bölgeyi Sünni-Şii ekseninde durdurulması çok zor bir yangın yerine çevirebilecek bir “çılgınlık” için eller tetikte. Peki İran veya Suudi Arabistan böyle bir çılgınlığı göze alabilir mi? Genelkurmay İstihbarat Dairesi eski Başkanı Em. Korg. İsmail Hakkı Pekin’in bu soruya yanıtı “asla”ydı. Niyesi de şuydu:
“Suudi Arabistan’a kızan, nefret eden birçok ülke var bölgede, kendi halkı arasında da sorun var. Böyle bir savaş Suudi