Tek tip insan yetiştirme gayreti içindeki FETÖ’nün hedef kitlesi ortaokulun son sınıfındaki ve liselerdeki öğrencilerdi. Bu doğrultuda cemaatin oluşturduğu ekipler semt ve köyleri dolaşarak, zeki ve becerikli öğrencilerle irtibat kurup, evlerde, dershanelerde ve kamplarda, beyin yıkama metoduyla, körpe beyinleri yıllarca zehirledi. Bunun yöntemi, yani abilerin, ablaların denetimindeki bu evlerde uygulanan fişleme, görüntü
ya da ses kaydıyla şantaj ve
baskı örnekleri de bugün
hâkim-savcı, bürokrat ya da kritik görevlerdeki subay gibi pek çok FETÖ’cünün itiraflarıyla ortaya çıktı.
Bunlar cemaat evleri tuzağının iç dünyasına dönük yansımaları. Tabii bu tuzağın
bir de dışa dönük olan
boyutu var. O da şu:
Ülkedeki yoğun gündem nedeniyle Suriyeli mülteciler sorununu unuttuk. Bunda Suriye’den Türkiye’ye ve batıya göçün durmasının payı da var. Çünkü Türkiye artık açık kapı politikası uygulayarak herkese gelin demiyor. Dahası bölgede yaşanan nüfus mücadelesi çerçevesinde de boşluğu Kürt ya da Şii grupların doldurmasını önlemek için kimsenin bulunduğu yerden kıpırdamasını da istemiyor. O nedenle de sınırın öte yanında hem Kuzey Irak ve hem de Kuzey Suriye’de yüz binlerce insanı barındıracak onlarca kamp konuşlandırıldı.
Yani yeni dönemde Türkiye’nin hedefi insanları bulundukları bölgede tutmak. Ancak bu Suriyeli mülteci sorunu çözüldü anlamına gelmiyor. Çünkü Türkiye’deki toplam mülteci sayısı 3.1 milyonu Suriyeli 400-450 bini diğer ülkelerden olmak üzere 3,5 milyonu aşmış durumda. Bu arada AB ile yapılan mülteci anlaşmasının durumu da malum. Devam ediyor mu, etmiyor mu noktası bile net değil. Para konusu ise hepten flu...
Dün bu durumu Hacettepe Üniversitesi Göç ve Siyaset Araştırmaları Merkezi Müdürü Doç. Dr. M. Murat Erdoğan’la konuştum. O da öncelikle duran göç trafiğine değinerek şunları söyledi:
“İnsanlar yaşadıkları yerlere yakın kamplarda kalırlarsa bir süre sonra onların dönüşü
O gece ne oldu, nasıl oldu, kimler destekledi sorularına yanıt arayan 15 Temmuz Darbe Girişimini Araştırma Komisyonu tutanaklarını okudukça insanın kafası daha da karışıyor. Nasıl karışmasın ki? Devletin “en etkili” koltuklarında oturanların “en kritik” konulardan “bihaber” oldukları ya da öyle görünmeyi tercih ettikleri gibi bir durum söz konusu. Örneğin, 8 Kasım’da komisyonda dinlenen dönemin Emniyet Genel Müdürü Celalettin Lekesiz, TSK gibi polis teşkilatının da iliklerine kadar işleyen FETÖ’cü polisler hakkında çarpıcı ve net detaylar anlattı. Hatta başında bulunduğu ülkenin en büyük ikinci silahlı gücü hakkında “FETÖ’cüler temizlenmeseydi 15 Temmuz engellenemeyebilirdi” dedi. Ancak sıra sorulara verilen yanıtlara gelince netlik gitti, fluluk geldi. Özellikle de darbeyi ihbar eden binbaşının kimliği, Adil Öksüz’ün bir yıl içinde 110 kez yurtdışına çıkışı, TSK’daki FETÖ’cülerin listesi gibi son derece kritik konularda. İşte tutanaklara yansıyanlardan bazıları:
***
Mustafa Sezgin Tanrıkulu (İstanbul): Binbaşı H. A’nın kim olduğu konusunda bilginiz var mı Emniyet Genel Müdürü olarak?
Emniyet eski Genel Müdürü Celalettin Lekesiz: Binbaşı?
Mustafa Sezgin Tanrıkulu (İstanbul):
15 Temmuz Darbe Girişimini Araştırma Komisyonu “O gece ne oldu, nasıl oldu, kimler destekledi, FETÖ denilen terör örgütü devletin bütün kademelerine nasıl yerleşti?” sorularına yanıt bulmak amacıyla bugüne kadar birçok önemli ismi dinledi, dinliyor. İlk bir ayda gelinen noktada FETÖ’nün devlete nasıl sızdığı ve bu konuda dikkate alınmayan uyarılara dönük bolca detay var ama ortada henüz o geceye dönük doğru dürüst bir bilgi yok. Yani 15 Temmuz gecesi hâlâ çok karanlık. Özellikle de darbenin atlanmasındaki istihbarat zafiyetinin gerçek sorumlusu MİT mi, Genelkurmay mı; MİT’ten uyarı geldiyse neden önlenemedi ya da Cumhurbaşkanı ve Başbakan neden bilgilendirilmedi açısından. Dolayısıyla da Genelkurmay Başkanı ve MİT Müsteşarı’nın bildikleri ve anlatacakları çok önemli. Tabii çağrılırlarsa ve de gelirlerse. Çünkü eski Genelkurmay Başkanı Necdet Özel gibi “gelmem” de diyebilirler. Yani zorlayıcı bir durum söz konusu değil. Nitekim CHP’li Aytun Çıray da daha komisyon çalışmaya başlamadan önce yaptığımız görüşmede bu noktaya dikkat çekerek (17.09.2016) endişelerini şöyle dile getirmişti:
“Soruşturma komisyonu çok daha geniş yetkilere sahiptir, adeta bir mahkeme gibi davranabilir.
TSK’daki FETÖ temizliği kapsamında Kara, Deniz, Hava kuvvetlerinden ihraç edilen 5 bine yakın askerden sonra İçişleri Bakanlığı’na bağlı Jandarma Genel Komutanlığı’nda da düğmeye basıldı ve 419’u subay bin 218 personel(subay, astsubay, uzman çavuş) görevden uzaklaştırıldı. Dahası yeni ihraç dalgaları söz konusu. TEMAD (Türkiye Emekli Astsubaylar Derneği) Genel Başkanı Ahmet Keser’e göre; bu hem rakamsal boyut hem de jandarmanın işlevi dikkate alındığında çok ciddi bir durum. Çünkü 81 il ve ilçelerinde örgütlenen jandarmanın emniyet, asayiş kuvvetinin yanı sıra istihbarat, operasyonel ve kriminal (olay yeri inceleme, patlayıcı madde imha, parmak ve avuç içi izi) gibi birimleri var. Yani Jandarma hem en yaygın hem de çok kritik görevleri olan bir teşkilat...
İşte bu durumda da akla gelen soru şu:
Böylesine kritik görevleri olan bir teşkilat FETÖ’cülerin en yoğun (yüzde 40 civarında) yapılandığı bir yer haline nasıl geldi? Keser’in yanıtı şöyle:
“Jandarma subay okulu yok, Harp Okulu’ndan yetişiyor normal piyade subayı gibi, sonradan ayrılıyorlar. Dolayısıyla Kara Harp Okulu’nda istedikleri kişileri jandarma sınıfına ayırıp orada örgütlenmeyi yapmışlar.
Astsubayların cemaatle tanışması
Eski Genel-kurmay Başkanı İlker Başbuğ’un “2002-2010 yılları arasında, MİT’ten bize bir tane bile Gülen cemaati konusunda rapor gelmedi” sözleriyle MİT ve TSK arasındaki istihbarat kopukluğu tartışması alevlendi. Darbe girişimiyle birlikte birçok generalin FETÖ’cü çıkması, Cumhurbaşkanı ve Genelkurmay Başkanı’nın en yakınındaki isimlerin dahi örgüt üyesi olduğunun anlaşılması üzerine başlayan bu tartışmada askerin söylediği şu:
TSK’nın istihbarat kaynağı, istihbarat imkân kabiliyeti yok, kanunen de yasak. Eskiden GES vardı o MİT’e bağlandı. Şu anda bütün istihbarat tamamen MİT, Emniyet İstihbarat ve kısmen de Jandarma’nın bölgeye yönelik istihbaratından alınan bilgilerden sağlanıyor. Duyumla sağdan soldan bazı ihbarlar gelse bile TSK herhangi bir işlem yapamaz. Mutlaka MİT ve Emniyet İstihbarat’a göndermek suretiyle teyit alınır.
Yani TSK’ya sızma, cunta oluşturma konusunda TSK’yı uyandıracak, ikaz edecek, bilgilendirecek ana unsur MİT’tir. Dolayısıyla da cemaatçi yapılanmanın bugün ordunun iliklerine kadar işlemesinde komuta kademesinin sorumluğu yok.
Gerçekten öyle mi? Dün bu soruyu Başbuğ’un açıkladığı sürenin üç yılında, 2005 yılında emekli olana dek görev yapan isimlerden
Devlet, Mafya, Siyaset üçgeninin kirli ilişkilerini gün yüzüne çıkaran Susurluk skandalı patladığında gerçekleştirilen “Sürekli aydınlık için bir dakika karanlık” eyleminin amacı pisliğe bulaşanların yargı önünde hesap vermelerini sağlamaktı. Bu kapsamda haftalarca insanlar her akşam evlerdeki ışıkları bir dakikalığına kapatarak tepki verdi ama beklenen aydınlık bir türlü gelemedi. Yani “Susurluk Çetesi”nin birçok ‘icraatı’(!) ve sorumluları gerçek anlamda sorgulanıp yargılanmadı. Birkaç kişiye verilen hapis cezalarıyla bir dönem meydana gelen faili meçhul cinayetler, gözaltında kayıplar gibi ağır insan hakları ihlalleri örtbas edildi. Çünkü birçok sorumlu korundu, kollandı. Nitekim Susurluk davasına bakan ilk mahkemenin (İstanbul 6 No.lu Devlet Güvenlik Mahkemesi) başkanı Metin Çetinbaş da 4 yıl süren ve Mehmet Ağar ile Sedat Bucak (milletvekili oldukları için dosyaları ayrıldı) dışında tüm sanıkların mahkûmiyetine hükmettiği kararında şöyle demişti:
“Unvanı, görevi, sıfatı, siyasi ya da sosyal konumu ne olursa olsun, suç işleyen herkesin derhal ve en kısa zamanda yargı önüne çıkarılıp hesap vermesi sağlanmalıdır. Suç işleyip de bazı siyasi, sosyal, idari ve yasal koruma
Kayseri’de “gömülü savaş uçakları” iddiası flu ama bundan 80-85 yıl önce kurulan uçak fabrikalarının mezarlığa dönüştüğü çok net. Yani Cumhuriyet’in ilanından 5 yıl sonra uçak fabrikası kurup (1928) kendi savaşan şahinlerini üreten, hatta 1950’li yıllara kadar Avrupa ülkelerine uçak satan Türkiye’nin bir anda bu sanayiden vazgeçerek ABD’ye bağımlı hale geldiği bir gerçek. Hikayenin özeti de şu:
İkinci Dünya Savaşı bittikten sonra elinde çok miktarda uçak ve silah kalan ABD, bunları Marshall Planı çerçevesinde “yardım” diye bir çok ülkeye dağıtıyor. O yıllarda Avrupa’ya uçak satan Türkiye’ye de diyor ki, “bu çok masraflı iş, ne kadar uçak istiyorsan ben sana yedek parçasıyla beraber bedava vereyim.” Yardım ya(!) Türkiye de kabul ediyor ve kendi ürettiği uçakları envanterden çıkarıp ABD teknolojisine göbekten bağlanıyor. Dolayısıyla da 1952’de Etimesgut’taki uçak fabrikası kapatılıp, MKE’ye devrediliyor...
Bunun ne demek olduğunu da dün konuştuğum Hava Kuvvetleri’nin bu konudaki en yetkin isimlerinden emekli bir generalin şu sözleri daha somut ortaya koyuyor:
“1952 yılına kadar ürettiğimiz uçaklardan 300’den fazlasını yurtdışına satmışız. Bunlardan bir tanesinin izini sürdüm ve