Kemal Kılıçdaroğlu’na atılan yumruk çok çirkin. Bu, siyaseti bulanıklaştırmak, ülkeyi kaosa sürüklemek isteyenlerin daha önceleri de defalarca denedikleri bir yöntem. Adına ister karanlık, ister derin güçler deyin, bunlarla mücadelenin tek yolu var:
Demokrasiye inanmak ve sükunet...
Nitekim saldırıdan hemen sonra kürsüye çıkan Kılıçdaroğlu’nun sözleri de bu yöndeydi:
“Demokrasi yolu engellerle doludur. Herkesi sükunete davet ediyorum.”
Gerçekten de gerilen, kutuplaşan bir ülke görüntüsüyle buna fazlasıyla ihtiyacımız var. Özellikle de siyasilerin. Çünkü seçim atmosferinde bir ölçüde hoşgörülebilecek yüksek tansiyonu düşürmek ve barışçıl bir üslup kullanmaları gerekirken, aynen sürdürüyorlardı.
Ta ki, Meclis çatısı altındaki o çirkin saldırı olana dek... Ama sonrasında gördük ki, umut verici gelişmeler yaşandı. Aylardır konuşmayan, birbirleri hakkında sokak kavgalarında bile söylenmeyecek sözler sarfedenler arasında insani ve medeni bir iletişim kuruldu. Ankara’da birlik ve beraberlik rüzgarı esti... Hani “Şerden hayır çıktı” derler ya işte öyle bir şey. Dileğimiz kalıcı olması...
Böyle seçim görmedik
Her seçim sonrasında itirazlar, hile, mükerrer, iptal edilen oy
30 Mart’ta yapılan seçimlerde, Türkiye nüfusunun yüzde 50’sini oluşturan kadınların aldıkları sonuç:
BDP: 23 belediye başkanı(resmi) artı 54 eşbaşkan, CHP:7 belediye başkanı, AKP:6 belediye başkanı, DP:1 belediye başkanı
Kadın Adayları Destekleme Derneği KA.DER, bu tabloyu “Yerel yönetimlerde yine kadınların iradesi yok sayıldı ve yerel yönetimler Türkiye’nin yarısını ‘eksik’ temsil edecek şekilde oluşturuldu” diye yorumluyor.
Haklılar... 30 büyükşehir, 51 il ve 919 ilçede seçim yapılıyor kazanan kadın başkan sayısı sadece 37. Üstelik bunun nedeni başarısızlık değil, adaylık şansı verilmemesi ya da kazanma olasılığı en düşük yerlerden gösterilmeleri. Bu ayıpta da en büyük pay iktidarın ve ana muhalefetin...
Ortadaki tablonun bir başka çarpıcı yanı da, kadın başkanların büyük çoğunluğunun feodal yapının egemen ve okuma-yazma oranının düşük olduğu doğudan çıkması. Bir yanda kadına şiddet, töre cinayetleri, berdel vakaları öte yanda batıyla kıyaslandığında kadınların kazandığı koltuk sayısı.
Bunda bir çelişki yok mu? İşte bu tabloya ışık tutan dört görüş...
30 Mart öncesi ana muhalefetin beklentisi neydi? “Seçmen darbesi” olacak, yıllardır İstanbul ve Ankara’yı yöneten AKP’li başkanlar düşecek... Tıpkı 26 Mart 1989 seçimlerinde olduğu gibi...
Anımsayalım, o zaman da tek parti iktidarı vardı. Ülkeyi merhum Turgut Özal yönetiyordu. İstanbul’un Belediye Başkanı da kentin çehresini değiştiren Bedrettin Dalan’dı. Ankara’nın başkanlık koltuğunda ise bir başka ANAP’lı oturuyordu. Ve iktidar aleyhine esen rüzgar, Özal’ın tek başına yürüttüğü kampanya nedeniyle o gün de yerel seçim havası genele dönüşmüştü. Sandıktan çıkan sonuçla da ANAP ağır bir yenilgi almış, başkanlık koltuklarını SHP’ye kaptırmıştı.
Oysa bugün tam tersi oldu, düşecek sanılan AKP’nin oyları arttı. Dahası İstanbul’da iktidarla ana muhalefet oyları arasındaki makas açıldı. Peki ne oldu da ana muhalefetin bu beklentisi boşa çıktı? Üstelik de iktidar ve Başbakan aleyhine daha sert rüzgârlar, hatta 17 ve 25 Aralık fırtınaları varken...
Bu sorunun yanıtına geçmeden önce bugün İstanbul’da CHP adına alınan sonucun bir önceki yerel seçime(2009) oranla “başarı” ya da “başarısızlık” tartışmalarına değinmekte yarar var. Evet, Mustafa Sarıgül’ün oyu (40.8), Kemal
AKP’nin seçim stratejisi neydi? “Bana ülke çapında oy veren yüzde 49’un gönlünü hoş tutayım, gerisini boşver...” O nedenle de kendisinden olmayanları dışladı, “Eldeki oylar bana yeter” diye düşündü. Nitekim de öyle oldu ve İstanbul’da “Kadir Abi” bu oylarla üçüncü kez büyükşehir belediye başkanlığını kazandı...
Bu seçimin ağırlık merkezinde İstanbul vardı. Çünkü 52 milyon seçmenin 9.5 milyonu, yani her 5 seçmenden biri İstanbul’daydı. Doğal olarak da onların vereceği oylar “İstanbul’u alan Türkiye’yi alır” sözünden hareketle belediye başkanı seçmenin ötesinde anlamlar barındırıyordu. AKP, 20 yıldır yönettiği ve kale gibi gördüğü İstanbul’u koruyup ağustos ayında yapılacak cumhurbaşkanlığı ve sonrasındaki genel seçimlere umutlu gitmek istiyor, muhalefet ise İstanbul zaferiyle iktidarı devirmenin hesaplarını yapıyordu. Bunda da 2009’dan bu yana 700 bin artan seçmen sayısı ve ülkedeki sosyal çalkantıların sandığa yönelişi özendireceği beklentisinin etkisi büyüktü...
Nitekim katılım ülke genelinde beklenenin üzerinde gerçekleşti ve bu da Mustafa Sarıgül’ün aldığı oylara 2009’a göre artı değişim olarak yansıdı. Ama bunlar ana muhalefetin iktidarı silkeleme düşüncesinin gerçeğe
Böyle seçim dönemi yaşamadık. Üç gün sonra sandığa gideceğiz ama hala “seçim askıya alınabilir” endişesi var. Nasıl olmasın ki; bir yanda savaş tamtamları çalıyor, öte yanda siyasilere suikast iddiaları dillendiriliyor. İktidar paralel yapılanma kaygısıyla özgürlük alanlarını kısıtlıyor, muhalefet seçim ve sandık güvenirliği olmadığından yakınıyor. Liderler ise tam bir sokak kabadayısı jargonuyla ülkedeki gerilimi tırmandırıyor. Oysa bir zamanlar böyle miydi?..
Yerel seçim denildiğinde kentleri yönetmeye talip olanlar ekranlarda karşı karşıya gelir, projeleriyle vatandaşları ikna etmeye çalışırlardı. Arada bir laf kalabalığı olsa da ayrılırken el sıkışırlardı. Aynısını genel seçimler öncesinde liderler düzeyinde de yaşardık. Ve de “ak” ile “kara”yı net olarak görürdük. Sonra “ileri demokrasiye!“ geçtik ve bunları unuttuk. Liderlerin artık bırak karşı karşıya gelmeyi, birbirlerinin düşüncelerine bile tahammülleri kalmadı. Değil aynı ekranı paylaşmak, aynı gazetede yer almayı dahi istemiyorlar. Meydanlardaki tek kişilik gösteriler ve ekran şovlarıyla seçimi kazanacaklarına inanıyorlar. Hem de kişilerin öne çıktığı bir yerel seçimde adayları göz ardı ederek...
Bunun, yani
* El Kaide militanlarında Türkiye kimlikleri (18.07.2013 radikal.com.tr)
Suriye’de Kürt silahlı hareketi YPG ile El Kaideci Nusra arasındaki çatışmalarda Resulayn’da ölenler arasında TC kimlikli üç kişinin bulunduğu öne sürüldü.
* ‘Ceylanpınar’da elektrik kesiliyor, El Kaide Suriye’ye geçiyor’(09.08.2013 T24)
CHP Ceylanpınar İlçe Başkan Yardımcısı Mehmet Ali Kahraman: Ceylanpınar’da ne zaman elektrikler kesilse, silah sevkiyatı ve silahlı grup geçişleri yapıldığını anlıyoruz.
* CHP’li Tanrıkulu: Bolu’da El Kaide kampı mı var?(30.Ocak.2014 DHA)
CHPli Sezgin Tanrıkulu, Başbakan’a, “Suriye’de savaşmak için El Kaide Örgütü bağlantılı kişilerin Suriye’ye gitmeden önce Bolu Dağlarında oluşturulmuş kamplarda askeri eğitime tabi tutuldukları iddiası doğru mudur?” diye sordu.
***
Öyle bir ülke olduk ki, insanların acılarına bile saygımız kalmadı. Beş yaşındaki Ece Su Yılmaz’ın ölümünün ardından, anne ve teyze ne dedi:
“Lösemiliydi diye yazanların vicdanları yok...”
Düşünebiliyor musunuz, çocuğunuzu kaybediyorsunuz, insandan sayılan birileri çıkıp “Zaten ölecekti” demeye getiriyor. İnsaf, bunu yazan ya da diyenin sadece vicdanı değil, Allah korkusu da yok.
Ya kaptan ve diğer sorumluların serbest bırakılmalarına yönelik tepkilere gelen “Ne yapsalardı, idam mı etselerdi” mesajları... Demek istedikleri açık:
“Ne olacak canım kaza işte..”
İstanbul’un göbeğinde, annesinin gözü önünde bir çocuk ölüyor, şu yazılanlara, kafalardan geçenlere bakın. Pes...
Ece Su nasıl öldü? Sirkeci’de arabalı vapurdan denize düşen otomobilde boğularak. Niye? Annesi ve teyzesiyle birlikte içinde bulunduğu araç kapağın yarısındayken, gemi hareket edince. Neden? Kaptan yanaşan başka bir geminin çıkardığı sesi “neta”(yolcu ve araç alımı bitti, hareket edebilirsin işareti) sanınca... Böyle kaza mı olur? Anne ve teyzenin dediği gibi bu açıkça insanları ölüme çağırma. Ve istisnasız herkese çıkabilecek kara bir piyango. O nedenle de Ece Su’nun ölümüne neden olanların en ağır
Sokaktaki ve siyasetteki kutuplaşma, gerginlik korkutuyor. Nasıl korkmayalım ki, geçen hafta üç günde üç cenaze kalktı ama, meydanlardaki siyasi söylemlerde değişiklik olmadı. Kışkırtma ve tahrik tam gaz devam ediyor. Dahası Berkin Elvan ve Burak Can Karamanoğlu’nun katilleri de ortada yok. Tıpkı geçmişte olduğu gibi... Acılı babalar “Yazık değil mi bu gençlere” diye birbirini kucaklıyor, ‘Devlet Baba’ ise katilleri bulmak yerine öleni haksız çıkarmakla uğraşıyor. Tıpkı geçmişte olduğu gibi...
Dün tarihe “16 Mart katliamı” olarak geçen İstanbul Üniversitesi’ndeki kanlı saldırının yıldönümüydü. 16 Mart 1978 yılındaki olayda üniversiteden çıkan sol görüşlü grubun üzerine bomba atılmış, 7 öğrenci yaşamını yitirmişti. Yargılamada sadece bir kişi hapis cezası almış, O da 4 yıl yattıktan sonra çıkmıştı. 19 yıl aradan sonra ikinci kez açılan dava 2008’de 30. yılı dolduğu gerekçesiyle zaman aşımına uğramış ve katliamın üzeri bu şekilde örtülmüştü.
Önceki gün de Gazi Mahallesi’nden sonra Ümraniye’de yaşanan olayların (15 Mart 1995) yıldönümüydü. Orada da yürüyüş yapan bir grubun üzerine ateş açılmış, beş kişi yaşamını yitirmişti. Olaylarla ilgili soruşturmayı yürüten Üsküdar