Ne zaman Avrupalı gibi futbol oynarız?
Bu sorunun çok basit bir cevabı olduğunu düşünüyorum.
Attığımız goller gibi yediğimiz ya da yediğimiz goller gibi atabildiğimiz zaman kendimizi Avrupalı hissedebileceğiz.
Mesele Avrupalı olmak mı?
Bana kalırsa değil ama bu yönde en küçük bir açıklamaya takıldığımız için böylesi bir sorunun peşinden gitme ihtiyacı da doğuyor.
Hilbert’in gerçekten güzel bir organizasyon sonucu attığı golden bir dakika sonra Rüştü’nün maç boyunca defalarca yaptığı; boşa çıktığı bir pozisyon sonucu Crouch’un golüne engel olamadı Beşiktaş.
Stoke City tüm taç atışlarında ve duran top oyunlarında Rüştü’ye perdeleme yaptı. Bu taktik Beşiktaş’ın kalecisini ve defans oyuncularını sinirlendirirken asıl amacına ulaştı belki de. O karışıklıklarda çoğu zaman Rüştü kendi arkadaşına takıldı, zaman ve pozisyon kaybetti ve o arada da golü kalesinde gördü.
Peki, Avrupalı bir takıma böyle bir taktik yakışıyor mu?
Fenerbahçe içinde bulunduğu nazik durumun etkisiyle sezon başında takımının omurgasını oluşturan üç önemli oyuncuyu kaybetti.
Lugano, Santos ve Niang…
Bu adını saydığımız oyuncuların hepsi geçen sene şampiyonlukta birinci dereceden katkı yaptılar. Alex’le birlikte takımın yarısından fazlasını oluşturuyorlardı. Birinin yokluğu bile sezon içinde büyük kayıp olarak değerlendirilebilirdi, hepsi gitti.
Yetmedi sezon başından bu yana Gökhan Gönül, Mehmet Topuz ve Emre Belözoğlu da forma giyemiyor.
Tamamını bir araya getirdiğimizdeyse Fenerbahçe futbol takımı oluyordu.
Gaziantepspor deplasmanında sahada sadece Alex vardı. Kaptanın bütün ağırlığını hissettirdiği bir karşılaşmaydı ve geçen sene ile kıyasladığımızda futbolcu kalitesi bakımından büyük kayıplar yaşamamış Gaziantepspor Fenerbahçe’yi durduramadı.
Fenerbahçe takım halinde iyi oynamış olmasına rağmen galibiyet bir penaltı kaçırdığı maçta iki gol atan Alex’e yazıldı.
Fenerbahçe’nin geçen sezon yakaladığı serinin en önemli nedenlerinden bir tanesi Aykut Kocaman’ın yerleştirmeye çalıştığı oyun anlayışının futbolcuların da bu sisteme inanmaları sonucu doğru çalışmaya başlamasıydı.
Ligimizde doğru defans dizilişi ile savunma yapan takım sayısı arttıkça onlara karşı geliştirilen hücum organizasyonlarında da sıkıntılar yaşanıyor. Bu nedenle serbest vuruşlar maçların sonucunu belirlemeye başladı.
Alex’ten bu yana Fenerbahçe’nin duran toplarda ne kadar etkili olduğunu biliyoruz. Son yıllarda Beşiktaş ve Galatasaray bu anlamda oldukça etkisizdi.
Ancak takım içinde teknik oyuncu sayısı arttıkça bu tip topların rakip ceza alanı içinde sonuca dönük vuruş sayısında da belirgin bir değişiklik yaşanmaya başladı.
Selçuk İnan’ın 23. dakikada yaptığı orta o kadar etkiliydi ki savunmadan sıyrılan Gökhan Zan’ın kafa vuruşu golle sonuçlandı.
İkinci gol de ikinci dereceden bir duran top organizasyonuydu.
Ceza sahası içine ne kadar (istekli, teknik) futbolcu doluşursa mutlaka bir şekilde kaleye girecek o kadar neden üretiliyor.
Bu karşılaşmada Galatasaray defansı gerçekten çok başarılıydı. Eskişehirspor oyuncularına nefes aldırmadı.
Peki, bunda Gökhan Zan’ın rolü ne kadardı?
Şota’nın maç sonundaki duruşundan şöyle bir iç sesi duyuluyordu:
“Biz bu Fenerbahçe’ye nasıl gol atamadık?”
Muhtemelen hakemin bitiş düdüğünü duyduğunda Aykut Kocaman da “çok çükür kazasız atlattık” diye derin bir rahatlama soluğu alıyordu.
Maçın özeti buydu.
Fenerbahçe orta alanda kaptığı topla maç boyunca geliştirdiği tek organize atağı ve kaleyi bulan şutuyla golü buldu ve karşılaşmadan üç puanla ayrılmasını bildi. Bunun mühendislikteki karşılığı %100 verimliliktir.
Geri kalan zamanda ise maçın tamamlanması için boşluklar yaratmaya ve sığınmaya çalıştı.
Mehmet Topuz ve Özer’den kanat oyuncusu yaratmak çok kolay değil; zaten olmuyor. Dün Özer sağ kanadı çok yadırgadı. Hiç o kanattan ileri gidebildi mi, hatırlamak kolay değil.
Emre olmayınca Aykut Kocaman orta sahada ön libero özellikli oyuncuları tercih ediyor; bu durumda da takımın merkezden organize bir atak geliştirmesi zorlaşıyor.
Dün Bursa’da Beşiktaş adına en kötü oyuncular kimlerdi?
Hiç kuşkusuz ilk sırada Quaresma geliyor, sonra Simao ve Fernandes… Biri kırmızı kart gördü, ikincisi kırmızı kartın sınırına kadar geldi, üçüncü ile birlikte oyundan çıktı.
Her üçü de maç boyunca sonucu değiştirecek inisiyatifi ellerini alıp, gereğinden fazla pozisyonları ve oyunu zorladılar. Üçü de agresifti, hırçındı, istediklerini yapamadıkları için sinirli ve saldırgandı.
Kontrolsüzdüler…
Yerlerine giren oyuncular?
Mustafa Pektemek, Veli Kavlak ve Holosko…
Çıkan ve giren oyuncuları birbirlerinden ayıran özellikleri; futbola aç olmaları, futbol oynama arzusu içinde olmalarıdır.
İlk golü atan Sivok Beşiktaş’ın Aurelio ve Ernst ile birlikte ismini
40 maçlık ve sonunda play-off olan bir sezonda böylesi kayıplar çok önemli değildir. Önemli olan Fenerbahçeli kadınların yaptığı takımına sahip çıkma refleksidir.
40 yılı aşmış bir erkek olarak kadınları yeterince tanıdığıma inanıyorum.
Bir kadına zorla hiçbir şey yaptıramazsınız. Eğer gönül rızasıyla bir şey yapıyorsa hem en iyisini gerçekleştirir hem de karşısındakine büyük keyif yaşatır. Zaten bir erkek de hayatı boyunca o gönülden, tutkuyla yaşanacak keyifli anların peşinden koşturur.
Kadının da sahiplendiği tutku ile aşkın çemberi kendisini tamamlamış olur.
Kadınlar daha önce benzerini hiç görmediğimiz bir refleksle takımlarının en zor gününde çocuklarının elinden tutarak tribünlerde yerlerini almak için erken saatlerden itibaren stadyumun çevresinde uzun kuyruklar oluşturdular.
Türkiye, Fenerbahçeli kadınların ne şekilde duruş sergilediğini de görmüş oldu.
Bu puan kaybından çok daha önemli bir değerdir.
Kadınlar daha önce hiç yaşamadıkları bir tecrübenin acemisi olarak yüreklerinden gelen sevginin yarattığı bir sezgiyle takımlarını desteklediler. Öğrenmeye gayret gösterdiler. Hiç oturmadılar. Bir tarafta çocuklarını uyuturken diğer tarafta da maçı izlediler,
Galatasaray son yıllarda sonuca katkı yapan oyuncu sıkıntısı yaşıyordu. Aldıklarını da takımın içinde doğru yerlere yerleştirip, belirli bir taktik düzende oynatamıyordu.
Fatih Terim’in bu kadar çok transfer yapması veya istemesinin gerisinde böylesi bir tespit olduğunu düşünenlerdenim. Muhtemelen geçen sene Hagi öncesindeki pazarlıklarda Adnan Polat’la bu konuda anlaşamamış olabilir.
Galatasaray Türkiye ölçeğinde oldukça iyi oyuncular transfer etti. Takım oyunlarında eğer takımınız sıkışmışsa ekstra katkı yapacak oyuncular ön plana çıkar.
Barcelona gibi hem takım oyunu oynayıp hem de çok iyi yıldızlara sahip olursanız önünüze geleni açık farkla yenersiniz.
Son yarım saatte oyuna giren Elmander ve Sercan sadece iki pasla oyunu çözen ikili oldular. Sercan neredeyse pozisyonu yoktan var etti. Elmander de çok düzgün ve güzel bir şut çekti. Melo'dan daha güzel bir gole imza attı.
Galatasaray, taraftarının önündeki ilk maçına çok konsantre ve arzulu çıktı. Zaten böyle maçlarda futbolcuları hazırlamanıza gerek kalmaz. Futbolcu çimlere ayak bastığı andan itibaren bambaşka duygular hisseder.
Bunun en iyi bilen ve kullanan teknik adamlardan biridir Fatih Terim.
Takıma henüz
"Beşiktaş deyince aklımıza ilk ne geliyor?"
- Quaresma, Simao, Fernandes, Almeida…
"Başka?"
- Cenk Gönen…
Beşiktaş geçen senenin ikinci yarısından itibaren oyuncu ve futbol karakterini değiştirmişti. Hatta Guti’nin de olduğu kadro devreye büyük bir show yaparak başlamıştı. Ancak sorun ileride oynayan oyuncularda değil, defansta ve kalede düğümlenmiş, rahatlıkla kazanması gereken maçlarda dahi puanlar kaybetmişlerdi.
Cenk de bu oyunda başrol oynayanlardandı; zaten sezonu Rüştü tamamlamıştı. Dün Beşiktaş’ın yediği gol de bu çerçevede değerlendirilebilir.
Ankaragücü, futboldan anlamayan bir ailenin yarattığı tüm tahribatın eseri olarak sahadaydı ve bu takımı Ziya Doğan’dan başkası da çalıştıramazdı. Yetenek yok denecek kadar az olan takımın sığınacağı tek bir liman vardı; rakibi yıldıran sert ve anti-futbol.
Ziya Doğan’ın futbol felsefesini hiç sevmiyorum. Çok büyük sakatlıklara neden olabilecek bir anlayışı var. Örneklerini de görmedik değil…