Ersun Yanal krizi patlak verdiğinde aklıma gelen ilk şey bunun “futbolcularla” bağlantılı bir sorun olduğu yönündeydi. Peşinden Ersun Yanal’ın ses kaydı düştü sosyal medyaya.
Kızgın bir teknik direktör, bağırıyor, küfürler savuruyordu.
“Fenerbahçe bitarafında bile değildi!”
Çok düşündüm. Kendimi Ersun Yanal’ın yerine koydum.
‘Neden bir teknik adam bu şekilde söylenir?’
Bunu anlayabilmenin tek bir yolu vardır sporun içinde olmak, o ruhu hissedebilmektir.
Ersun Yanal’ın şikâyeti takımın antrenmanlara gelmek istememesi ya da belki de antrenman temposundan memnun olmamalarıydı.
Başka nedenler de olabilir. Bazen elektriğin uyuşmaz, sevemezsin, itici gelir sana; karşılıklıdır bu ve sevgisizlik kısa sürede nefrete dönüşür, çok küçük kıvılcımlardan büyük yangınlar çıkar.
Abdullah Kiğılı 5 Eylül 1997 günü Federasyon Başkanı seçildiğinde Fenerbahçe Stadyumu’nda Galatasaray derbisi oynanıyordu. Maç öncesinde Kiğılı’nın anonsu yapıldığında kısa süreli bir alkış olmuştu.
Peki, Abdullah Kiğılı o görevde ne kadar kalabildi?
2 Ay…
Neden ayrıldığı konusunu Türkiye konuşmuş mudur?(*)
Öncesinde kim vardı?
Çok uzun yıllar Şenez Erzik Federasyon Başkanlığı yapıyordu. Ancak 1994’de ikinci kez Fenerbahçe Spor Kulübü Başkanlığına gelen Ali Şen, Şenez Erzik’in Federasyon Başkanı kalmasını istemiyordu. Hatta Oğuz Çetin-Aykut Kocaman’ın gönderilmesinin geri planında bu çekişmenin olduğunu daha sonra öğrendik. (**)
Ali Şen’in uzun süre Şenez Erzik’in Federasyon Başkanlığı’ndan ayrılmasını “Fenerbahçe’nin istemediği kişi o görevde kalamaz!” şeklinde kullandığını da biliriz.
Fenerbahçe Başkanları maalesef hep böyle atarlıdır ancak bunun Fenerbahçe’ye ne faydası dokunmuş olduğunu hiç görmedik. Hala göremiyoruz.
Galatasaray, beklendiği gibi Beşiktaş’ı da yenerek Süper Lig’de 20. Şampiyonluğuna uzanarak dördüncü yıldızı takmaya hak kazandı. 15. Şampiyonluğuna 2002’de ulaşan Galatasaray aradan geçen on üç senede beş şampiyonluk daha ekleyerek bu başarıya imza attı.
Galatasaray 13 yılda bir yıldız hak ederken aynı sürede Beşiktaş'ın sadece iki şampiyonluk kazanması, hala göğsünde iki yıldızla mücadele ediyor olması, bir yıldız daha alabilmesi için iki şampiyonluğa ihtiyacı olması, genel ortalamaya baktığımızda bunun için 13 yıl gerekmesi, bu süre içinde Galatasaray'ın bir yıldız daha alabileceği ihtimali düşündürücüdür.
Bunu kimin düşünmesi gerektiğini kamuoyuna bırakalım; istediği kadar düşünsün.
Sezon başında hem takım içi hem yönetimsel anlamda şampiyon olacakmış görüntüsünden oldukça uzak olan Galatasaray önce yönetim sorununu çözerek ılımlı Yarsuvat’ın başkanlığında, teknik direktör Prandelli ile yolları ayırarak Hamza Hamzaoğlu’nu göre getirerek takım içindeki çalkantılı durumu da dengeledi.
Peşinden de özellikle futbol takımının gündeme çıkmayan ve iddiasız görüntüsüyle Fenerbahçe ve Beşiktaş’la girdiği mücadeleden zaferle ayrılmasını bildi.
Dün maç öncesinde
Galatasaray’ın mutlak favori olarak çıkacağı ve kazandığında resmen olmasa da şampiyonluğunu ilan edeceği derbi karşılaşmasının maç sonuna dair her türlü ihtimali içeren bir yazının okuyucu için ne kadar ilgi çekeceği şüphelidir.
Bu maçı ilginç kılacak şey Beşiktaş’ın kazanması olabilir; Galatasaray saha avantajına ve güçlü bir momentum yakaladığına göre onun kazanması zaten en yakın olasılıktır.
Ya Beşiktaş’ın kazanması?
Bundan yirmi sene öncesine kadar derbiler üç ihtimal üzerinden yorumlanırdı; artık öyle değil, özellikle ev sahibi takım Galatasaray ve Fenerbahçe’den biriyse, karşılaşmanın mutlak favorisi de o oluyor.
Beşiktaş ne yazık ki o standardın içine giremedi. Bu sezon sahasında oynadığı Fenerbahçe ve Galatasaray maçlarını kaybetti.
Kuşkusuz o maçları kazanmış olsaydı bugün her şeye rağmen ligin zirvesindeki puanlar tamamen eşitlenmiş olacak belki de bu maç Beşiktaş’ın alması halinde şampiyonluğa uzanacağı bir final olacaktı.
Ancak öyle değil.
Beşiktaş derbi kazanamıyor; bu da Bilic’in üzerine kalmış bir ihale olarak gözüküyor.
Fenerbahçe’nin maça başlayan orta sahası; Raul, Selçuk ve Mehmet Topal…
Üç ön libero özelliği olan, kesici olarak andığımız oyuncular.
Amaç belli, Fenerbahçe ilk maçta zar zor elde ettiği 2-1’in üzerine yatacak; aynen iki gün önce Galatasaray’ın yaptığı gibi. İsmail Kartal, Hamza Hoca’nın yanlışından ders çıkarmış olsa, kendi evinde oynadığı karşılaşma için biraz daha hücum düşünen kadro sürerdi sahaya…
Ancak İsmail Kartal’ın nasıl bir teknik direktör olduğunu Kadlec’in atılmasından sonra daha iyi anladık.
Oyun 2-0 olmuş, tüm gücünle saldırman gerekiyor, değil mi?
Yok, o hala tahta üzerine çizdiği şablonun eksik parçasını tamamlıyor. Sol bek çıktı ya oraya bir oyuncu koyacak!
Yahu, 2-0 ile 3-0’ın farkı var mı? Neyin peşindesin?
Orta alanda tek top yapacak oyuncun yok, ileri gidemiyorsun, kanatlar zaten sadece Alper’e kalmış, koy ortaya yaratıcı bir adam, olmaz ama belki bir faydası dokunur!
Geçtiğimiz hafta paylaştığım “Ersun Yanal mı, İsmail Kartal mı?” başlıklı yazımda sanki iki teknik adamın karşılaştırmasını yapmışım gibi bir kanı olsa da yazıyı okumuş okuyucularım biliyorlar ki genel anlamda teknik direktörün Türkiye’deki yeri, pozisyonu üzerine kafa yormuştum.
Pazartesi günü Beşiktaş’ın Konyaspor’a beklenmedik yenilgisi sonrasında Bilic “işinin bittiğini” ima eden bir açıklamada bulundu.
Peşinden de Yönetim Kurulu toplantısında Hıvat Hoca’ya iki maç daha tahammül gösterileceği yönünde bir karar çıkardı.
Bilic aslında doğru başlamış ancak yarım kalmış bir Proje’nin uzatmalarını oynayan karakteriydi.
Bilic’i Önder Özen’den ayırdığınızda geriye fazla bir şey kalmıyor.
Beşiktaş yönetimi iki sene önce çok doğru bir kararla Önder Özen’e sportif direktörlük görevi verip, yabancı kuralı çerçevesinde bir takım kurması istenmişti. Önder Özen de buna göre çoğunluğu yerli oyunculardan oluşan bir kadro planlaması yapmıştı.
Başına da Bilic gelmişti.
Ancak Beşiktaş’ın eşzamanlı olarak stadyum projesinin de devreye girmesiyle ortaya garip bir oluşum çıkmıştı.
3 Temmuz Davası’na dair “itiraf” niteliği taşıyan tek ifadeyi Ümit Karan yapmıştı.
Hatırlayalım mı?
Ümit Karan'ın avukatı Ayhan Sağaroğlu, "Trabzonspor maçında niye önündeki Sezer Öztürk'e pas vermedin?" diye sordu.
Bu soruya Ümit Karan, "Orada bireysel olarak, kendim ilerlemek istedim. Belki de Fenerbahçe'nin şampiyon olmasını istemedim" yanıtını verdi.
Bu sözler üzerine şaşıran mahkeme başkanı, "Böyle şeyler yapabiliyorsun o zaman maçlarda" dedi.
Ümit Karan ise, "Ben iyi bir Galatasaraylıyım. Gönlümden Fenerbahçe'nin şampiyon olmasını istemem, ama şike de yapmam" diye konuştu. (*)
Ümit Karan 3 Temmuz’da tutuklanıp, bir süre cezaevinde kalmıştır. İfadesiyle ne kadar çelişkili bir durum, değil mi?
Tarih 8 Mayıs 2011, ligin tamamlanmasına iki hafta var ve Fenerbahçe çok zorlu Karabükspor deplasmanında mücadele verirken karşılamanın uzatma dakikalarında ev sahibi takımın kalecisi Tomic kalesini terk ederek köşe vuruşunda gol arayacaktır.
Takım oyunlarında kazanmak için sadece çok fazla efor sergilemez yetmez; bunu akılla, taktikle ve alternatifleri aramakla desteklemeniz gerekir.
Fenerbahçe takımı eski ve demode görüntüsü veriyor izleyene; çünkü yenilik yok.
Aykut Kocaman üçlü hücum kurgusunu ilk yerleştiğinde devrim niteliğindeydi. Kuyt-Webo ve Sow’dan oluşan yapı hem çok hareket ediyor hem de rakip savunmanın yerleşimini bozuyordu.
Buraya Emenike de eklenince hem alternatif çoğalmış oldu hem de yaratıcı oyuncu sayısı…
Ancak yeterli olmuyordu çünkü orta alanda analitik zekâya sahip futbolcu bulunmuyordu. Baroni bu anlamda istenen katkıyı sağlamanın çok uzağındaydı.
Orta alandaki yetersizliği Ersun Yanal sağ ve sol savunma oyuncularını ileri çıkartarak dengeledi ki Caner burada kilit rol üstlendi.
Fenerbahçe’nin orta alanı zaten savunma becerisi yüksek oyunculardan kuruluydu. Bu nedenle savunmanın iki tarafından ileri çıkan oyuncular geride boşluk yaratmıyordu.
Özellikle Caner’in ceza sahasının içine gönderdiği etkili ortalar, Alex’ten boşalan asist eksikliğini de kapatmış oldu. Geçen senenin özeti budur.