Fenerbahçe üst üste ikinci beraberliğini ve aslında kaybetmesi gereken birer puanı aldı. Milli maç arasına kadar her şey iyi giderken bir anda ne oldu da Fenerbahçe için işler tersine döndü ve bu puan kayıpları başladı?
Bursaspor ve Eskişehirspor ligimizin benzer karakterlerine sahip iki takımı; başlarındaki teknik adamlar Şenol Güneş ve Ertuğrul Sağlam ortalamanın oldukça üzerinde kişiler; aralarından biri şampiyonluk yaşamış.
Kuşkusuz hem takımlarına hâkimler hem de ne oynatacaklarına...
Rakiplerini iyi analiz edebiliyorlar.
Zaten bu ülkede en çok ilgi çeken ve maçları en fazla izlenen, nasıl oynayacağı ya da oynadığı bir iki takım var; bunun başında da Fenerbahçe geliyor.
Bir teknik adam için aslında en kolay şey takımını Fenerbahçe’ye karşı hazırlamak olmalıdır.
Bu durumda geriye Fenerbahçe teknik direktörünün neler yapabileceği önem kazanıyor.
Haftalar önce şöyle bir başlık atmıştım.
Önce Trabzonspor’dan Halilhodzic sonra da Prandelli’nin Galatasaray’dan gönderilmesiyle Türkiye’de yabancı teknik direktörler döneminin kapandığını düşünüyorum.
Bu iyi bir şey mi?
Bu aslında bize dair bir şeydir.
Yapısal özelliğimiz gereği her türlü yeniliği anonim hale getirip, uyarlama özelliğimiz vardır.
“Unutursam Fısılda” isimli filmin en önemli sahnelerinden biri kendi müzik ve şarkılarını yazan genç müzisyenlerin yapımcı ile karşılaştıkları andır. Sofrada yabancı müziklere Türkçe söz yazarak aranjman haline getiren Fecri Ebcioğlu’nu andıran bir aranjör ile genç müzisyenler arasında geçen diyalog çarpıcı ifadeler taşır.
Gençler kendi müziklerini savunurken, aranjör “bu işi kaynağından almak gerektiğini” savunur ve “bizim müzik yapamayacağımızı” söyler.
Sonra genç kadın kahramanımız yanında getirdiği bandı koyarak yaptıkları bize ait olan o müziği çalar ve yapımcıyla birlikte salondaki herkesi etkiler.
1960 ve 70’li yıllarda müzik batıdan aranje ediliyordu. Sonra o yıllarda batıyı taklit ederek bizden müzisyenler çıktı ortaya.
Dallas’tan sonra ekranlarda onun kadar olmasa da popüler bir diğer dizi Hanedan’daki bir sahneyi hiç unutamam.
Batmak üzere olan zengin bir aile ilginç bir şekilde çok daha yüksek bir lüks içinde yaşamaya başlamıştır. Aralarında geçen bir diyalog şu anlam içeriyordu.
Kahramanlardan biri soruyordu;
“Bu kadar sıkıntı varken neden bu şatafat ve gösterişin seviyesi düşmüyor?”
“Aksine daha fazla harcamalıyız ki batıyor olduğumuz dışarıdan hissedilmesin!”
Son birkaç senedir Galatasaray’ı her düşündüğümde bu sözleri hatırlarım.
Futbolumuz bütün noktalarından su alıyor bu kesin, Galatasaray’ı diğerlerinden ne kadar ayırabiliriz sorusu soran kişilere cevap vermede zorlanabiliriz de; ancak sanırım son 15 yılda Galatasaray’ın durumu diğerlerinden yukarıdaki diyalogda geçen sözlerde şekil bulduğu üzere biraz ayrışıyor.
2000’de UEFA Kupası kazanmış Galatasaray aslında ekonomik ve teknolojik olarak son günlerini yaşıyor görüntüsü içindeydi.
Öncelikle sezon başından bu yana neredeyse hiçbir yerde görülemeyen futbol atmosferinden söz ederek başlayalım. Bursaspor taraftarı, İstanbul’da, Trabzon’da olmadığı kadar takımına destek olmak için tribünleri doldurmuştu; özlenen görüntüler vardı maç öncesinde.
Ancak aynı taraftar kitlesini Volkan Demirel’e yapılan protestolar ve özellikle de Mehmet Topal’ın bir pozisyon sonrasında geçirdiği sakatlığında “oh, oh” çekmesiyle Türkiye’deki futbol izleyicisinin futbolla olan ilişkisini de bize göstermiş oldu.
Bursaspor taraftarının daha önce Volkan Demirel ile nasıl bir ilişkisi, diyaloğu olmuştu?
Hele Mehmet Topal; bu ülkede bazı futbolcular profilleri gereği sevimsizleşebiliyorlar, peki Mehmet Topal öyle biri mi? Mehmet Topal’ın bugün herhangi bir rakip taraftar için nasıl bir antipatisi olabilir ki?
Mesele elbette sadece Bursaspor taraftarı değil; bu tamamıyla bize dair bir olgu ve maalesef buradan futbolla ilgili güzel şeyler yeşermez.
Diego ve Alper Potuk…
Bu iki futbolcu için sezon başından bu yana daha farklı oynamaları gerektiği yönünde sürekli yazıp, çiziyor, konuşuyoruz.
Bu iki oyuncu eğer Selçuk Şahin’in etkisiyle veya karakteriyle sahada oynayacaklarsa o z
Bir haftadan bu yana gündemi işgal eden Volkan Demirel olayının içinde savcılık tarafından tedbirli olarak “akreditasyonsuz stada girdiği gerekçesiyle” Hasan Çetinkaya’nın spor müsabakalarından men etme cezası dün “sessizce” kaldırıldı.
Neden ceza verilmişti?
Pazartesi günü medyaya yansıyan görüntülerin içinde Volkan’ın TT Arena’dan çıkışında yaşanan olayların aktörlerinden biri olarak ön plana çıkarılmıştı.
Soru şöyle kuruluyordu büyük manşetler halinde;
“Hasan Çetinkaya’nın TT Arena’da ne işi var?”
Medyanın bu sorusu savcılık makamının da ilgisini çekmiş ki ertesi gün apar topar Hasan Çetinkaya’ya ilgili yasa gereği spor müsabakalarını seyirden menle cezalandırmıştı.
Beş gün sonra Hasan Çetinkaya muhtemelen TFF’den bir yazı alıp mahkemeye sundu ve ceza kaldırıldı.
TFF’nin mahkemeye yazdığı resmi yazıda ne yazıyordu peki?
Fikir birliği edilmişçesine konuyu Volkan Demirel üzerinden konuşmaya, değerlendirmeye devam ediyoruz.
Çünkü paradigma bu.
Bu değerler dizesiyle düşünmeye alışmışız; aklımıza hem ilk gelen bu hem de bir adım ötesini soramıyoruz.
Bu şekilde değerlendirmeyi ilk defa mı yapıyoruz?
Hayır!
Son mu?
Hayır!
Bu bizim işimize yarayacak mı?
Giderek tuhaflaşıyoruz; meseleleri işimize geldiği gibi yorumlamak bir alışkanlıktan öte kişilik özelliği haline geldi.
Milli maç öncesinde, sırasında ve sonrasında konuşmamız gereken çok şey var.
Önce küfürden başlayalım mı?
Konuyu küfür merkezinde konuşmamız gerekirken, küfür edilen kişinin bunu hak edip etmediğine kadar indirdik.
Biz bu muyuz?
Adalet terazimizi buna göre mi kuracağız vicdanımızda?
Çocuğumuza doğruları öğretirken, küfür etmemesi gerektiğini mi yoksa bazı kişilerin her türlü hakareti hak ettiğini bu nedenle bunlara küfür edebileceğini mi anlatacağız?
Bu konu yarın başka detaylara ulaştığında örneğin Suç ve Ceza'daki Raskolnikov'un yaşadığı paradoksa dönüştüğünde nasıl çözeceğiz?
Askerlikte rütbeye saygı, hiyerarşik yapılanmaya öncelik ilk sıradadır. Bir ast, üstünü daima selamlamak mecburiyetindedir. Selam kişiye değil o kişinin üzerinde taşıdığı rütbeye verilir.
Aynı şekilde bütün organizasyon yapılanmalarında görev ve yetkiye göre kişinin taşıdığı unvana göre bir hiyerarşi düzeni vardır.
Devletten örnek vermek gerekirse, cumhurbaşkanı, başbakanı sevmeyebilirsiniz. Ancak onların temsil ettiği göreve saygı duymak diplomasidir.
Milli forma da bir kişinin uluslararası platformda ülkesini temsil edeceği en üst seviyedir. Belki de o an ülke hiyerarşisinde en üst seviyede milli formayı taşıyanlar gelmektedir.
Teknik direktörü, futbolcusu, idarecisi bu kapsamdadır.
Eleştirebilirsiniz ancak saygı duymak hele görevini yaparken ona yardımcı olmak bir görev değil, bu ülkeye ait olmanın getirdiği bir duygu, sevginin parçasıdır.
Maalesef son yıllarda özellikle futbolda bu sevgi, duygu yok oldu. Onun yerini kin, nefret ve sevgisiz ortam aldı.
Bu bir dibe vuruştur.