The Others`Kaosun kenarındayız'

`Kaosun kenarındayız'

10.09.1997 - 00:00 | Son Güncellenme:

`Kaosun kenarındayız'

`Kaosun kenarındayız

Engin Geçtan romanlarıyla yeni bir çağın ruhunu kanapeye yatırıyor

Türkiye'nin önde gelen psikiyatri uzmanlarından birisi olan Engin Geçtan, New York ve Columbia Üniversitelerinde psikodinamik ve nöroloji ihtisası yapmış bir doktor. Uzun yıllar Ankara Üniversitesi, ODTÜ, Boğaziçi ve Marmara Üniversitesinde öğretim üyeliği yaptı. "Varoluş ve Psikiyatri" ve "İnsan Olmak" gibi geniş bir okur kitlesine ulaşmış kitapları var. Ama son yıllarda yeni bir kimlikle, roman yazarı olarak ilgi çekti. Daha önce Dersaadet'te Dans romanını yayınlayan Metis Yayınları geçenlerde Bir Günlük yerim Kaldı, İster misiniz? adlı yeni romanını piyasaya çıkarttı. İnsanlık komedyasını hem psikolojik gerçekçilikle, hem de gerçeküstü, düşsel ve bol mizahlı bir üslupla aktaran bu sıradışı metinlerin yazarını henüz tanımadıysanız, şşimdi tam sırasıdır.
"ARTIK zaman okunun bir önceki çağın tersi yönde hareket ettiği bir başka çağa girildi, ama kaç kişi farkında ki?"
Dersaadette Dans romanında böyle diyordu Engin Geçtan. Çevremizde devinen toplumsal karmaşayı bir "rock - opera"ya çevirmişti adeta.
Şimdi de piyasaya yeni çıkan "Bir Günlük Yerim Kaldı, İster misiniz?" adlı son romanını şu cümleyle kapatıyor: "Değişen bir şey yok, ama her şey farklı." Nedir farklı olan? Nasıl anlamlandıracağız yaşanan dönüşümü?
Kimimiz "post - modern" kavramında takıldı kaldı. Kimimiz New Age / Yeni Çağ felsefesinin peşinde.
Engin Geçtan ise romanlarında bu akımlara da selam göndermekle birlikte,başka bir tanım getirmeye çalışmış: "Yeni Orta Çağ".
Nedir "yeni orta çağ?"
"İnsanın sürüklenmesi" diyor Engin Geçtan. "Başımızı aldık gidiyoruz, ama nereye? Bunun cevabını kimse veremez". Ve ekliyor: "Ama ben bunu bir facia olarak görmüyorum. Tersine, biraz kara mizahla keyfini çıkardığım söylenebilir."
Sürüklendiğimiz doğru. Tıpkı Ortaçağ insanları gibi geleceğin belirsizliğinden korunmak için bazen dogmalara sarıldığımız da...
Engin Gectan'ın, arkasında 35 yıllık psikiyatri birikimi olan bir bilim adamından bekleneceği gibi, çağın bu karmaşasına "nasıl daha çok bilinçlenebiliriz?" sorusuyla karşılık aramasında şaşılacak bir şey yok.
Ama bu karşılığın, bugüne kadarki kitapları gibi düşünce yazılarıyla değil de, birbiri ardından gelen romanlarla ifade bulmaya başlaması, onu da şaşırtmış. "Bir gün bilgisayarın başında kendiliğinden iki paragraf çıktı. Bir kadın öldürülmüş ama ortalıkta dolaşıyor... Bu da nereden çıktı dedim ve `saçmalık' başlığıyla dosyalayıp kaldırdım" diye anlatıyor ilk kıpırtıları.
Kendi bilinçaltına uzanış ve bir tür "otomatik yazma" serüvenine dalış, sonunda Remzi Kitabevi'nden çıkan Kırmızı Kitabın Öyküsü adlı, polisiye tarzındaki ilk romanı çıkarmış ortaya.
"Dersaadette Dans'a gelince" diyor, Metis Yayınları'ndan çıkan ve ilgi çeken ikinci roman için; "Birkaç yıl önce bir yaz, İstanbul'un yeni haline itirazım oldu. Bu itiraz daha önce yaşamadığım şekilde bir sıkıntı yarattı bende. Meğer ben o sırada bir dar kapıdan geçiyormuşum, çağa giriyormuşum, iki ayağımı birden sokarak. Dersaadette Dans onun kutlaması aslında."
Hem de ne kutlama! Bu kitabı okuduğunuzda, Atatürk henüz hayattayken dünyaya gelen birinin yazdığını asla tahmin edemezsiniz. Üslup genç, hayal gücü dinamik, tiplemeler alabildiğine modern, sırasında marjinal hatta çılgın; mizah (devlet başkanını "yüce katın kiracısı" diye tanımlayacak kadar) otoriteye karşı kuşkulu ve alaycı.
Engin Geçtan'ın yeni orta çağ için yarattığı "ilahi komedya"da cinsel ve ruhsal doyumsuzlukların, en akıl almayacak cinsel aşırılıklar yahut ruhsal patlamalarla yan yana yaşadığı (ve İstanbul'u çok andıran) bir kent betimleniyor; herkesin kimlik kazanmaya çalıştığı bir maskeli balo.
Kitlesel göçün, kentleşmenin ve çarpık modernleşmenin Türkiye insanının ruhunda yol açtığı bütün yaraların birer portresi çizilmiş bu romanda.
Gerçek yaratıcılığını günün zevklerine feda eden pop müzik ilahı "Zeus", çocukluğundaki cinsel suistimali unutamayıp, dansözlüğü dışında dişiliğini yaşayamayan kırk yaşındaki bakire "Maria" / Azize; çocukken uğradığı tecavüzün acısını mafya babası olarak hayattan çıkartan köylü çocuğu Selami / "Rasputin"... Ne kadar abartılırsa Türkiye'nin bugünkü gerçeğini o kadar iyi yansıtan canlı tiplemeler.
Tek itirazım, her biri ayrı roman olabilecek bu zengin karakterlerin fazla derinleşmeyip, skeç olarak kalmaları. Engin Geçtan yağlıboya tablo yapacak malzemeye sahipken, suluboyayla yetinen bir ressam gibi.
"Ötesine hakkım yok" diyor; "Somutlaştırmak indirgemek gibi geliyor bana, şekle sokmak gibi geliyor. Yaşayan ruh, biçimlere sokulamaz. Ben kozmik dansı anlatıyorum. Şehrin kendisi de karakter. Bir bütün."
Kitapta ifade edildiği gibi bir "kozmik enerji merkezi" mi İstanbul gerçekten?
"1960'larda Amerika'da bir söz vardı, geleceği görmek istiyorsan Kaliforniya'ya git denilirdi. Bugün geleceği görmek isteyen, İstanbul'a gelmeli bence."
Evet ama, nasıl bir gelecek? İstanbul'da, giderek bütün Türkiye'de yaşadığımız kaos, hangi geleceğin habercisi?
"Kaos değil bu, hayat; kaosun kenarı" diyor Engin Geçtan. "Kaos bence geçenlerde Arnavutluk'ta yaşananlardı. Biz kaosun kenarındayız. Tam kayıyor gibi olurken, tekrar toparlanıyoruz."
Bu gerilimle savaşmak yerine onu olumlu enerjiye dönüştürme yoluna gitmiş Engin Geçtan. "Böyle çılgın bir Türkiye yaşayacağımı hiç ummazdım. Ama beni zorlasa da bugünleri yaşadığım için memnunum" diyor.
Gerçekten de, ait olduğu kuşaktan beklenebilecek pozitivist yahut yargılayıcı yaklaşımın zerresi yok dünyaya bakışında. O kadar ki, benim gelecek için kesin formüller bekleyen ısrarlı sorularımdan sonunda sıkılıyor: "Kırmızı Kitabın Öyküsü'nde vardır bu; `Fırtına çıktığı zaman fırtınanın yönünü değiştirmeye kalktığım için lanetlendim' der bir karakter. Çünkü fırtınanın götürdüğü yerde savaş verilir. Biz geleceği çok fazla denetlemeye kalkarken, bugünü bozuyoruz. Buna itirazım var. Gelecek ısmarlanamaz."
Bugünü bozmadan yaşamanın sırrı, eğer böyle bir sır varsa, farklı bir mantık yapısından geçiyor Engin Geçtan'a göre. Her şeyi bölüp parçalayan Aristo mantığından farklı bir bakış gerektiriyor.
Alternatif düşünmenin kaynakları neler diyo sorduğumda, cevabı kısa: "Zamanla ilişkinin farklılaşması."
Yeni romanı "Bir Günlük Yerim Kaldı, İster misiniz?" de zaten bu farklılaşmanın öyküsü. Bir kaza sonrası ölümle yaşam arasında sallanan Hektor, bir günlüğüne dünyaya döner ve zamanı ne kadar farklı yaşayabileceğini anlar:
"Nasıl olup da yaşamından herhangi bir ana yapışıp zamanın dansını durdurmaya çalıştığı günleri geride bırakmış, günlerden pazar ya da pazartesi olması önemini yitirmişti şimdi?"
Engin Geçtan'a göre zamanla ilişki, kimliğimizin anahtarı. "Beyin sürekli kendini yaratan bir organ" diyor; "Hatta sadece organ da değil, süreç."
Değişime direnmek, bu süreci dondurmak bir bakıma. Engin Geçtan, "Yeni Orta Çağ"ın hızlı akışına direnmek yerine kendini "romancı" olarak yeniden yaratmayı seçmiş.
Gerçi bu ilginç anlatılara roman demek ne kadar doğru, bilmiyorum. Belki "düş metinleri" demek daha doğru. Ama önemli olan, "fırtınanın götürdüğü yerde" mücadele etmeleri. Kendimizi ifade ediş biçimlerimiz farklı da olsa, çağı anlamak ve kaosun kenarında tutunabilmek için, hepimizin aynı değişme gücüne ihtiyacımız var.

*Romanlarınızda kimliklerin parçalanışını ele alıyorsunuz. Psikiyatri bir bütünlük arayışı mı?
Hayır. İnsanın kendini kabul etmesi önemli olan. Kendisiyle tanışması. İncelenmeden yaşanan hayat, yaşamaya değmez diye bir söz var. Bizim işimiz de bu. Ama kim kendisiyle ne yapmak istiyorsa onu yapar tabii.
*Ama yaşamın doğruları ve yanlışlarıyla ilgili felsefi ipuçları veriyorsunuz?
Doğru - yanlış diye bir yargılama yok. Bir tür "haber ola" var belki. İnsanlar duygusal yakınlıkları beceremez oldular. Duygusal dünyalar zedelenme korkularıyla kilitleniyor. Ama ben buna roman aracılığıyla çözüm önerecek değilim. Zaten romanları psikiyatr kimliğiyle yazdığımı da sanmıyorum. Elimden geldiğince ukala olmamaya çalıştım. Ama kaçınılmaz olarak kısa devreler oldu.
* Yeni bir "ortaçağ"dan söz ediyorsunuz kitaplarda; nasıl bir çağ bu?
Çok farklı bir çağa girdiğimizi hissediyorum, tamamen sezgi yoluyla. Bunu anlatabilmek için mevcut mantık sistemimiz yeterli değil bence. Aristo mantığına itirazım var artık; işlemiyor zaten Türkiye'de, görüyorsunuz.
* Batı kültüründe de eskisi gibi işlediği söylenemez. Batı kültürü kendi içinde kilitlendi diyorsunuz bir romanınızda...
Evet, bir müzeye dönüştü bence. Ama bana ne onların halinden? Ben sadece kendimi "Batıcılık"tan kurtarmaya çalıştım açıkçası.
* Bunu nasıl başardınız? Yani "tepkici" olmadan?
Yeni bir kitap yazıyorum. Bir bakıma son iki romanımın bir özeti gibi. Orada bir uyarım var. Ortaklaşa bir tarih edinmedikçe huzur bulamayız. Herkes başka türlü bakıyor. Biz de tarihimize ya Batılı gözüyle bakıyoruz, ya da birtakım hikayeler ve efsanelerle... Benim bazı arayışlarım oldu tarih konusunda. Bir soru ortaya attım. Bizim dilimiz Doğulu. Zaman kavramımız da Doğulu dolayısıyla. Doğulu bir dille Batılı bir yaşam sürdürmeye çalışıyoruz. Bu bize birşeylere maloluyor mu, bilmiyorum.
* Doğuda daha sürekli, Batıda daha parçalanmış bir zaman anlayışı mı var?
Batı'da kesin bir çizgisel zaman var. Aristo mantığı var. Bölümlemeler ve alt bölümlemeler var. Bugün bu şablon bizim Türkiye'de yaşadıklarımıza uymuyor. Uydurmaya çalışalım derken serseme döndük. Sonra da vazgeçti herkes galiba...
* Aslında Batı kültürü de kendi içinde böyle bir eleştiri geliştirdi. Bu yüzden mi varoluşsal psikiyatriye yöneldiniz? Freud geleneğine isyan ettiniz mi?
Çok ciddi değişimler yaşadım tabii. Dünya değişti, psikiyatri değişti, ben de değiştim. Varoluşsal psikiyatride temel oluşturmakla birlikte kendime özgü bir tarz geliştirdim.
* Psikiyatri bir bilim mi sizce?
Hem bilim, hem sanat.
* Freud geleneğinin yarattığı ego ve süper - ego gibi kavramlar kalıcı mı?
Bu soru bence böyle sorulmamalı. Bunlar görevini ifa etmiş kavramlar. Ama bugün orada kalamayız. Bu her alanda geçerli.
*Mesela?
Mesela bizde Atatürkçülük böyle. Klişeleşiyor. 1930'ların Atatürkçülüğüyle bugün bir şey yapamazsınız. Başka bir çağdayız artık; onun üzerine ne ekledik? O bize vaktiyle itici güç verdi. Ben Atatürk hayattayken doğmuş birisiyim ve klasik bir dinozor olarak şükran duyuyorum öyle bir dünyada yaşamış olduğum için. Ama bir de bugün var. Kavramları dondurarak ya da sloganlaştırarak yaşayamayız.
* Psikiyatri daha yaygınlaşmış olsa, Türkiye'de bu kadar tarikat olur muydu sizce?
Zoru seçen psikiyatriye gelir. Ama ben psikiyatriyi taraf olarak görmüyorum bu konuda. Bence kim neyi isterse seçer, oraya gider.
KEŞFETYENİ
Kafa karıştıran sözler! Paylaşımını dakikalar içinde sildi
Kafa karıştıran sözler! Paylaşımını dakikalar içinde sildi

Cadde | 17.05.2025 - 09:08

Almeda, Instagram'dan paylaştığı kafa karıştıran hikayesini dakikalar içinde sildi.