30 yıldır Milliyet’le iç içeyim. Bayram, seyran, yılbaşı, hafta sonu, yaz tatili demeden, nefes nefese geçen bir 30 yıl. Geriye dönüp baktığımda mutlu muyum? Hem de çok...
Yılbaşı gelince, herkes bir muhasebe yapar, ben de bu konuda bir şeyler yazmak için yeni yılı bekledim...
Milliyet’e girdiğim ilk günden bu yana hep şunu duydum, şunu gördüm:
Milliyet, okuruyla, patronuyla, çalışanlarıyla kocaman bir aile.
Dolayısıyla aile içinde bir şeyler oluyorsa, ailenin en önemli fertlerinden birisi olarak, en az bizler kadar sizlerin de içeride neler olup bittiğinden haberdar olmanız gerekir.
Milliyet’te, dünden bugüne değişmeyen birinci önceliğimiz, hep objektif gazetecilik oldu. Şimdi içeride olup bitenler konusunda da aynı kriteri uygulamak zorundayız. Yoksa, bırakın başkalarını, kendi aile bireylerimizi kandırmanın ötesine geçemeyiz...
Bir süre önce, “zoraki” bir boşanma gerçekleşti. Doğan Ailesi’nin Milliyet’ten kopması hiç kolay olmadı. Hani bazen, hayırlı bir boşanma, zoraki evlilikten daha iyi derler ya, işte öyle bir şey. Bu arada Demirören ve Karacan ailelerinin yıldırım aşkına şahit olduk ve bir anda kendilerini nikâh masasında buldular...
Türkiye-Fransa-Ermenistan üçgeninde devam eden ve giderek çok daha fazla ülkeye yayılması beklenen sözde soykırım iddiaları ve ifade özgürlüğüne yönelik kısıtlamalar, önceki gün Genç Bakış’ta tartışıldı. İstanbul Üniversitesi‘nde gerçekleşen programda, Türkiye’nin stratejik açıdan nasıl bir yol izlemesi gerektiği konuşuldu. Önce çıkan unsur ise başta Fransa olmak üzere politikacılardan çok, kamuoyunu etkileyecek bir tanıtım ve bilgilendirme atağına geçilmesi oldu.
Osmanlı döneminde yaşanan sorunlardan ise Türkiye’nin sorumlu tutulamayacağı özellikle vurgulandı. İşte programdan satır başları:
Prof. Dr. Deniz Ülke Arıboğan (Uluslararası İlişkiler Uzmanı)
- Ben bu yasanın senatodan da geçmiş olmasını tercih ediyorum. Çünkü bu konu Ermeni soykırımı olmuştur ya da olmamıştır yönünde incelenirse Türkiye dezavantajlı konumda. Ama Türkiye soykırımın inkârı hakkının var olup olmaması ekseninde bir tartışmadan son derece avantajlı çıkar. Bu çerçevede tartışılırsa Türkiye’nin yandaşı da çok olacaktır.
- 577 kişilik parlamentoda, 50 kişiyi bile bulmayan bir milletvekili grubunun aldığı bir karar yüzünden tüm Fransa’yı karışımıza alacak kadar sert önlemler dizisine geçiyoruz.
Milletvekili seçilme yaşı 25’e insin diye az mücadele verilmedi. Ülkenin yarısı 25 yaş altındaysa, bu TBMM’ye de yansısın diye az yazı yazmadık, az program yapmadık. Ama gelinen nokta ortada. Sayıları yüzde bir bile değil. Gerçi fazla olsa ne olacaktı ki diyenler de çıkabilir. Var olanların yaptıklarına bakınca...
Genç milletvekillerimizin bugüne kadar gençlerin temel sorunları üzerine çalışma yatıklarını görmedik diyenlere onları yakından izlemelerini öneririz.
Hiç yok değil ama çok da değil. Çünkü onlar da kendilerini ülkenin temel sorunlarına adamış durumdalar.
Oysa beklentiler, önceliğin gençlik sorunlarına yoğunlaşması üzerine. Yeni yılda umarız bu dengeyi daha sağlıklı bir şekilde kurarlar...
Gençler böyle. Ne zaman hangi üniversiteye gitsek, kendi sorunlarından çok, hep ülke sorunlarını konuşmak isterler.
Aslında buna sevinmeliyiz. Ama kendi sorunlarına da mutlaka sahip çıkmalılar, yoksa kimsenin o sorunları çözüme kavuşturacağı yok!..
Dünyanın dört bir yanında, çok iyi eğitim alan yüz binlerce öğrenci, öğretim elemanı ve bilim insanımız var. Hemen hepsi de, bugün ya da yarın Türkiye’ye dönmeyi düşünüyor. Hatta dönenler de var. Ama gelen, geldiğine bin pişman!
İsterseniz gelin önce şu satırları birlikte okuyalım. Sonra da bu konuda neler yapılabilir, onu tartışalım:
Geldiğine bin pişman!
“X Üniversitesi Eğitim Fakültesi’nde görev yapmaktayım.
Size eğitim fakültelerimizde yaşanan problemi ve beyin göçünün bazıları tarafından nasıl engellendiğini anlatmak istiyorum.
MEB bursu ile 9 yıl, ABD’de master ve doktora yaptıktan sonra 2009 yılında X Üniversitesi’ne döndüm. Başlangıçta çok heyecanlıydım ve öğrendiğim bilgileri buradaki öğrencilere aktarmaya can atıyordum. Ama maalesef eğitim fakültesi yönetimi, 2 yılda geldiğime geleceğime pişman etti.
Van’da, 100. Yıl Üniversitesi’nde, bazı fakültelerde, derslere dün başlandı.
Öğretim üyelerinden öğrencilere, velilerden üniversite yöneticilerine, herkese sabır diliyoruz.
Çok zor koşullarda, çok zor bir misyon yüklendiler.
Onların derslere devam etmesi demek, Van’ın yeniden hayat bulması anlamına geliyor.
Pek çok kentte olduğu gibi, Van’da da üniversite çok anlam ifade ediyor.
Özellikle de şu günlerde!
Hayata renk ve sıcaklık katan da onlar, ekonomiye canlılık veren de.
Cuma günü iki güzel etkinliğe katıldık. İlki Kocaeli’ndeydi. On binlerce öğrenciye bilgisayar dağıtıldı. İkincisi ise İstanbul’daydı. Elginkan Vakfı, Türk kültürüne ve bilime katkıda bulunan yazarlara ve bilim insanlarına ödüller verdi.
Her iki törene de müthiş bir katılım vardı ve hemen herkes orada olmaktan çok mutluydu. Moral bozucu onca çirkinliğin içinde güzel gelişmelerin de olduğunu görmek insana keyif veriyor. Milli Eğitim Bakanı Ömer Dinçer’in tablet, Bilim Bakanı Nihat Ergün’ün Silikon Vadisi , Kocaeli Belediye Başkanı İbrahim Karaosmanoğlu’nun farklı bir kent yaratma heyecanı, törene katılan binlerce öğrenciyi, öğretmeni ve veliyi birkaç saatliğine de olsa, aldı başka dünyalara götürdü.
Her ne kadar kimilerinin kafasından, ortaya konan bu vaatler “atıyorlar”, “uçuyorlar” gibi kelimelerle hayalcilik şeklinde yorumlansa da, olabileceğine inananlar çoğunluktaydı...
Elginkan Vakfı töreninde ise, ilim, bilim, kültür ve güzellikler adına atılan hiçbir şeyin boşuna gitmediği hissettirildi konuklara. Teşekkürler Elginkan Vakfı, farklılığınızı bir kez daha ortaya koydunuz..
Fransa’nın ve özellikle de Sarkozy’nin son günlerdeki saçma sapan tavrı, yediden yetmişe hepimizi çileden çıkartmaya yetti de arttı. Belki de onun istediği buydu. Kızdırıp, ondan sonra da bakın işte Türkler böyle haşin bir millet demek için fırsat kolluyor olabilir. İşte ona bu fırsatı vermemeliyiz.
Her türlü tepkiyi sonuna kadar gösterelim ama kesinlikle ve kesinlikle, ellerini ovuşturacağı bir noktaya gelmeyelim.
Her şerde bir hayır vardır derler. Bu olaya da belki böyle yaklaşmalıyız.
Biz yetişkinler, özellikle de siyasetçiler, yangına körükle giderken, gelişmelere faklı açıdan bakanlar da var. Özellikle de gençler. Geçtiğimiz hafta Genç Bakış’ta bu konuyu tartıştık, bu hafta yine bu konuyu ele alacağız. Çünkü gençlerimizin bu dayatmalar karşısındaki en büyük gücü, yakın tarihimize yönelik bilgi ve donanımları olmalıdır.
Farklı bir bakış!
Sarkozy’ye hemen herkes hakaret yağdırırken, bir üniversite öğrencisinden çarpıcı bir mail geldi. Açıktan açığa Sarkozy’ye teşekkür ediyor. Neden mi? İşte gerekçesi: “Ben Sarkozy’nin bu tutumunu çok sevdim. Keşke her sene bir lider çıkıp, siz şu konuda da haksızsınız dese.
2012 Sınav Maratonu için başvurular yılbaşından hemen sonra 3 Ocak’ta başlayacak ve 13 Ocak’ta sona erecek. Süre çok kısa. Bu yüzden adayların, başvuru işlemleri için hazırlıklara şimdiden başlamalarında yarar var...
Aslında bu konuda asıl sıkıntı, Yusuf Ziya Özcan’ın giderayak aldığı kararlarda yaşanacak gibi. Bakalım yeni YÖK Başkanı bu konuda ne yapacak?..
Hatırlanacağı gibi, YÖK birkaç hafta önce bir karar alarak katsayıları tümüyle kaldırdığını açıkladı. Ama bunu yasal bir zemine oturtmadı. İşte bu yüzden, katsayılar konusunda yeni bir hayal kırıklığı yaşanmaması için, alınan kararların, hukuki bir çerçevede yeniden değerlendirilmesinde yarar var...
Katsayıların kaldırılması demek, tüm adayların eşit koşullarda yarışması demek. Bu da bazı adaylara sağlanan avantajların ortadan kaldırılması anlamına geliyor. Örneğin meslek lisesi mezunlarının sınavsız geçiş hakları ve ek katsayılar gibi.
Onların bu kazanılmış hakları, kesinlikle ellerinden alınmamalı. Ama diğer lise mezunları ve hukukçular, madem eşit koşullarda yarışılacak, her kim olursa olsun sağlanan tüm avantajlar ortadan kalkmalı diyorlar.
Peki sonuç ne olur?