Kemal Gürüz’ü 25 yıldır tanıyorum. Doğramacı’ın, Mehmet Sağlam’la birlikte çok sevdiği gençlerden biriydi. Aynı dönemde Sağlam’ı 19 Mayıs’a, Gürüz’ü de Karadeniz Üniversitesi’ne rektör yaptı. Daha sonra, sırasıyla her ikisini de YÖK Başkanlığı’na getirdi. Gürüz, akademik hayatı tercih etti. Sağlam ise siyasete girdi. Önce DYP’den Milli Eğitim Bakanı oldu. Şimdi de AKP milletvekili olarak TBMM Milli Eğitim Komisyonu Başkanı. Gürüz ise gözaltında. Nereden nereye...
Sinan Aygün gözaltına alındığında da aynı duyguyu yaşamıştım. Aygün gibi, Gürüz de başkentin önde gelen isimlerinden biri. Görüşmedikleri, konuşmadıkları kimse yoktu. Eğer onlar suçluysa, tüm Ankara, suçlulara yataklık etmekten sorgulanmalı.
Dahası, ülkenin altına oyacak, farklı noktalara götürecek ve en önemlisi de düzeni bozacak kadar işi ileri götürdülerse, bu nasıl Ankara ki bugüne kadar uyumuş! Yok eğer varsayımlardan yola çıkılarak bu noktaya gelindiyse o da ayrıca tartışılmalıdır.
Aygün ve Gürüz’ün ortak noktaları, dobra dobra konuşmaları. Kimileri gibi etrafı kollayıp, dinlenip dinlenmediğinden emin olup ondan sonra mangalda kül bırakmayanlardan değiller. İçinden geçenleri olduğu gibi söylerler. Gizlileri saklıları yoktur.
Örneğin, Gürüz’ün Cumhurbaşkanı Sezer ile yıldızları hiç barışmadı. Anayasa Mahkemesi Başkanı iken görev ve yetkileriyle ilgili olarak aralarında bir sorun yaşanmış. Sonrasında, Sezer’in cumhurbaşkanlığı gündeme geldiğinde, Gürüz, Ankara’da kimi görse, böylesi bir tercihin yanlışlığını anlatmıştı. Ama ciddiye alan çıkmadı. Sezer Cumhurbaşkanı oldu. Olduktan sonra da Gürüz ile sanıyorum zorunlu haller dışında hiç görüşmediler.
Ama bu konuda en çarpıcı olan, Gürüz’ün böylesi bir konuda bile çok rahat hareket etmesiydi. Hem de canlı yayında Sezer’in neden seçilmemesi gerektiğini ve bu konuda yaptığı kulisleri bir bir anlatacak kadar.
YÖK Başkanı’yken, YÖK’e hakaret ettiğim gerekçesiyle, beni defalarca mahkemeye verdi. Davaların her biri 100 milyarlıktı. Hepsi de beraatla sonuçlandı. Daha sonra aynı YÖK’e, benden çok daha ağır eleştiriler yöneltti. Ama işte, hayat insanı nerden nerelere getirebiliyor. “Sakıncalı” diye görevden aldığı rektörler devletin en üst kademelerinde. 100 milyarlık dava açtığı gazeteciler ise, her şeye rağmen, düşünüldüğü gibi biri değil diye hakkında yazı yazıyor.
Bugün gücü elinde bulunduranların yarın farklı noktalara gelip gelmeyeceği konusunda bir garanti yok. Bu yüzden enerjimizi, devri sabıklar yaratma yerine, ülkemizin ve kurumların geleceği için harcamalıyız. Üniversiteler, bu yüzden öylesine çok zaman ve enerji kaybetti ki, telafisi mümkün değil.
Türkiye bir hukuk devleti ve suçlular konusunda yargı gereğini yerine getirecektir. Ama suçlu gibi rencide edilenler ya suçlu değilse!..
Gürüz, YÖK Başkanlığı’ndan ayrıldıktan sonra, uzun süre ara verdiği bilimsel araştırmalara dönmüştü. Son aylarda, biri ABD’de, diğeri de Türkiye’de olmak üzere iki önemli kitabı yayımlandı. Dünyadaki yükseköğretim sistemlerini en iyi bilen isimlerden biri olarak kabul ediliyor. Biz bu kitapları yazmayı düşünürken, son gelişmelerle, neler yazma noktasına geldik...
Eş durum tayinleri
MEB’in atama yönetmeliğinde yaptığı son değişiklik, öğretmenlerin yoğun tepkisine neden oldu. Bakan Çelik’ten onlar adına duyarlılık bekliyoruz:
“Gaziantep’te görev yapıyorum, eşim başka şehirde. 5 yaşında çocuğumuz var. 1-1.5 yıldır rezillikten ötesini yaşıyoruz. Ailemiz çatırdamaya başladı, çocuğumuzun psikolojisi altüst oldu. Tek yaptığımız şey, eşimle telefonda ağlamak.”
“Şu an eşimden ve çocuklarımdan 1150 km uzaktayım. Onları hafta sonu da olsa görebilmek için gittiğim otobüs yolculuğu 16 saat sürüyor. Ve onları ancak 30 saat görebiliyorum.”
“İşte MEB’in çözümü: Ya ücretsiz izin alıp eşinizin yanına gidin ya da bulunduğumuz yerde çalışmaya devam edip eşinize kavuşmaktan vazgeçin.”
Özetin özeti: Huzur, huzur, ille de huzur...