Asu Maro

Asu Maro

amaro@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları

Okan Yalabık “Muhteşem Yüzyıl”daki Pargalı’dan sonra yine bir dönem dizisinde, 70’lerde geçen “Analar ve Anneler”de polis komiseri Ayhan’ı oynuyor. Yalabık “50’ler ve 60’larda yaşamak isterdim... Sanki daha mutluymuş insanlar o dönemlerde. Daha duyarlılar birbirlerine karşı... Yine sorunlar vardı ama daha değerliydi insan galiba” diyor

Ben kendisini önce tiyatro sahnesinde izleyenlerdenim. “Hatırla Sevgili”den önce, Kent Oyuncuları’ndaki “Martı”, “Nükte”, “Kumarbazın Seçimi”, “Inishmore’lu Yüzbaşı” ve o kahkahalarla izleyip unutamadığım “39 Basamak” demekti Okan Yalabık benim için. Pargalı’ya ise yıllar vardı tabii...

Haberin Devamı

Öncesinde de iyi dizilerde oynadı ama “Muhteşem Yüzyıl” bir fenomen oldu. Arkasından en çok yas tutulan dizi karakteriydi Pargalı İbrahim Paşa; senaristi Yılmaz Şahin bile “Yazarken de, çekerken de çok ağladık” demişti. Bunda kuşkusuz kuşağının en iyi oyuncularından olan Okan Yalabık’ın payı büyüktü. Böyle parlak bir finalden sonra ne yapacaktı acaba?

Ne Pargalı’nın ardından önerilen röportajları kabul etti ne bu şöhreti fırsat bilip hemen yeni bir dizide boy gösterdi. Gitti, kendini yenilediği yere; tiyatroya sığındı. Pangar ve Altıdan Sonra Tiyatro ortak yapımı “Kral (Soytarım) Lear”da oynadı. Aradan 2.5 yıl geçti ve Okan Yalabık’ı zamanında Krek’te birlikte çalıştığı Berkun Oya’nın yazdığı, Mehmet Ada Öztekin’in çektiği “Analar ve Anneler” dizisiyle atv ekranlarında izliyoruz.

Pargalı sonrası konuşmadı dedim ya, bu diziden önce de konuşmayacaktı. Aslında hiç konuşası yok.

Ne mutlu, kabul etti sonunda ama pek konuşkan olmadığına dair beni önceden uyararak...

Oyunculuk dışında müzikle uğraşan, kayıt yapan, fotoğraf çeken, çektiği fotoğrafları basan, daha da birçok alanda söyleyecek sözü olan bir adam. Ama anlatmaktansa yapmayı tercih ediyor. Olsun, çok nazik, sıcak ve alçakgönüllü. Övgülerin büyüsüne kapılmayan bir oyuncu... En çok kullandığı iki sözcük “estağfurullah” ve “eyvallah”...

“50’ler ve 60’larda sanki insanlar daha mutluymuş”


-“Muhteşem Yüzyıl”da Pargalı öldüğü anda herkes sizin ne yapacağınızı merak etmeye başlamıştı. Uzun bir bekleyiş oldu. Buna baştan mı karar vermiştiniz?

Haberin Devamı

Çok güzel yazılan bir roldü o, iyi bir işti. Çalışması çok değerli insanlardan oluşan bir ekipti. Tamamlandı ve evet, ondan sonra biraz durmaya karar verdim. Benim genel eğilimim bu yönde oluyor. Bir süre televizyon yapıp sonra bir süre ara vermek gibi bir tercihim var. Onu uyguladım gene.

-Berkun Oya’yla arkadaşsınız zaten. “Analar ve Anneler” yazım sürecinden beri içinde olduğunuz bir iş miydi?

Hayır, yazın ortalarına doğru haberim oldu. Berkun benim, yazdıklarını okumayı, izlemeyi çok sevdiğim bir kalem tanışıyor olmamızın dışında. Dolayısıyla bunda da anlattıkları ve karakter itibariyle heyecanlandırdı beni.

“Önemli olan karakterin cezbedici, kışkırtıcı olması”

-Karakterin nesi etkiledi sizi?

Yaptıklarını sorguladım, “Neden böyle yapıyor bu adam? İnsan neden böyle şeyler yapar ki?” diye sordum ve çalışırken aldığım cevaplar ilgimi çekti.

-Ne yapıyor tam olarak?

Haberin Devamı

Ayhan bir polis komiseri. Aşırı derecede takıntılı bir adam. Ve takıntılarının dışında hiçbir şeyin önemi yok onun için. Bu takıntılarının peşinde koşarken karşısına çıkan para, pul,
vesaire, onların da önemi yok.

-Kimi oyuncular dizide kötü bir karakteri oynamayı tercih etmiyorlar. Televizyon izleyicisiyle kurdukları ilişki sevilmek üzerinden olsun diye. Sizin böyle bir kaygınız olmadığını anlıyorum...

Hayır, hiç öyle düşünmüyorum. Seyirciyle kurulan ilişkide önemli olan sizin canlandırdığınız şeyin izlenebilirliği, bu açıdan kışkırtıcı, cezbedici olmasıdır. Bunu sempatiyle, sevgiyle ya da aksi şeylerle de yapabilmek mümkün. Çünkü bizim yaptığımız işin böyle bir gücü de var. Dolayısıyla o şekilde düşünmüyorum. Seyirciyle ilişkiye başka şekilde de geçebilirsiniz.

-Bu dizi de 70’lerde başlıyor. “Hatırla Sevgili”, “Bu Kalp Seni Unutur mu?”, “Muhteşem Yüzyıl”... Günümüzde geçmiyor sizin diziler hiç...

Tesadüf bu tamamıyla, kasıtlı bir şey değil. Ama doğrudur, yedi-sekiz yıldır hiçbir televizyon dizisinde bir sahnede cep telefonuyla konuşmadım.

“Yakın geçmiş bizde hep halının altındadır”

-Tarih derslerine meraklı olmadığınızı biliyorum. Ama diziler için herhalde dönem okumaları yapmışsınızdır, zamanla ciddi bir tarihi bilgi birkiminiz oluştu mu?

Ciddi bir birikim değil ama eskisinden daha çok şey biliyorum. Ama bu seyirci için de böyle. Bunu seviyorum mesela.

İşle ilgili eleştiriler olur, keza oldu da, ama şunu da gözlemleyebiliyoruz; o konuyla ya da o dönemle ilgili basılan kitaplar çoğaldı. Bence bu güzel bir şey. Yakın geçmiş mesela özellikle, bizde hep halının altındadır ya, çok bahsedilmezdi mesela benim okul dönemlerimde. Bununla ilgili kitaplar çoğaldı.

“Lisede okurken uzun seneler tiyatro yaptım”

-Bütün bu dönemlerle rol gereği de olsa tanışmış biri olarak hangi dönemde yaşamak isterdiniz?

50’ler ve 60’lar diyebilirim... Sanki daha mutluymuş insanlar o dönemlerde. Daha duyarlılar birbirlerine karşı... Yine sorunlar vardı ama daha değerliydi insan galiba.

-Röportaja başlamadan konuştuk; Instagram’la, Twitter’la, sosyal medyayla pek ilginiz yok. Acaba siz de bu dönemin insanı değil misiniz biraz?

Yok hayır. İletişimin bu kadar olanaklı olması çok değerli bir şey. Bunu hiçbir şekilde eleştirmiyorum hatta bayılarak takip ediyorum. Ama bunun getirdiği bazı şeyleri belki biraz eleştiriyor olabilirim. Bu dönemin adamı olmamak gibi ya da reddetmek gibi bir tavrım yok.

-Bu yıl tiyatro var mı?

“39 Basamak” diye bir oyun oynamıştık biz, o oyunu kendisinin dışında birtakım sebeplerden dolayı oynamıyorduk, şimdi tekrar gündeme geldi. Birçok ülkede senelerden beri oynanan bir komedi bu. Aslında Alfred Hitchcock’un filminin tiyatroda dört kişinin oynaması üzerine tasarlanmış bir hali. Bir karakter var, bir akşam tiyatroya gidip kendini uluslararası boyutta bir ajan hikayesinin, bir kovalamacanın içinde buluyor. Çok eğlenceli bir oyundur.

-Aynı kadro mu oynayacaksınız?

Evet. Hakan abi (Gerçek) Engin Hepileri’ye devretti rolünü; Demet Evgar, Bülent Şakrak ve ben. Çok severek oynadığımız bir oyundu o bizim.

-O zaman Kent Oyuncuları’nda oynamıştınız. Orası sizin için okulun devamı gibiydi adeta, değil mi?

Evet, çok değerli yıllardı.

-Sizin lisede epey bir amatör tiyatro deneyiminiz var...

Evet, lise tiyatrosunda oynarken aynı zamanda Tiyatrokare’de hafta sonu oyunlarımız oluyordu, sabahları Ziraat Bankası Çocuk Tiyatrosu’nda oynuyordum. Hafta içi zaten okuldan sonra tiyatro yapıyordum, uzun seneler böyle devam etti.

“Stüdyo oyun parkı gibi bir yer benim için”

-Çok filminiz olmadı. Ama 2016’da iki filmde birden izleyeceğiz sizi...

Evet biri Yeşim Ustaoğlu’nun filmi; “Tereddüt”, öteki de Ozan Açıktan’ın “Annemin Yarası” filmi. Bir de şimdi “Kötü Kedi Şerafettin” geliyor, onun seslendirme kadrosunda yer aldım. O da çok heyecanlı bir durum benim için. Çizer karakterini seslendiriyorum, bir tane de köpek var, onu konuştum.

-Seslendirme yapmayı seviyor musunuz?

Evet. Stüdyo oyun parkı gibi bir yer benim için. O aletler, mikrofon, bir şeyler kaydetmek... Seslendirme de öyle bir uzantı, eğlenceli bulduğum bir yer.

“Yıldız Kenter’den her alanda ölçülü olmayı öğrendik”

-Bir röportajınızda söylediğiniz cümle ilgimi çekti: Oyunculukta da hayatta da hep “ölçülü olmak” gibi bir düsturunuz mu var?

Evet, ben fazla olan şeyleri sevmiyorum, abartılı, aşırı olan şeyleri...

-Bu biraz konservatuvardaki hocalarınızdan ve sonraki Kent Oyuncuları deneyiminizden gelen bir alışkanlık mı?

Zaten Yıldız hocanın bize oyunculukla ilgili verdiği bir düsturdur. Bunun ne olduğunu yaptıkça tam olarak anlayabiliyorsunuz ve sadece oyunculukla sınırlı kalmayıp her şeye sirayet etmesi gerektiğini de zamanla görüyorsunuz.

“Yeşim Ustaoğlu’yla çalışmak çok heyecan vericiydi”

-Yeşim Ustaoğlu’nun “Tereddüt” filminde nasıl bir karakteri canlandırıyorsunuz? Bir kadın hikayesi, bildiğim kadarıyla...

Bir kadın hikayesi ama herkesin nasibini alabileceği bir hikaye, çok cinsiyete bağlı değil bence. Ben de orada kendi ağırlıklarından kurtulmuş, İstanbul’a yakın kasaba gibi bir yerde yaşayan, adli tıp uzmanı bir adamı canlandırmaya çalıştım.

-Hoşunuza gitti mi Yeşim Ustaoğlu’yla çalışmak?

Evet, o da çok heyecan verici benim için. İlk aradığı zaman Yeşim, çok sevindim. Tanıştığımız ilk toplantıdan sonra daha da çok sevindim. Çünkü sevdiğim ve beğendiğim bir yönetmen. Kendine has bir metodu var çalışırken. Daha önce de karşılaşmadığım bir metot. Onu yaşamak da güzeldi.

-Nasıl bir metot?

Biz provasını yaptık, birçok kez sahnelerin üzerinde çalıştık, konuştuk. Sonra sette Yeşim sahnenin gerekliliğini muhafaza ederek, diyalogların önemini ikinci sıraya atıp oyuncuların inisiyatifiyle ilgili olarak geniş bir alan açıyor. İyi bir deneyimdi bir oyuncu için.

-Diğer film; “Annemin Yarası” Balkanlar’da çekildi değil mi?

Evet, Saraybosna’da savaş bitmiş ama fiziksel olarak bitse de etkileri onlarca sene daha devam ediyor. Bu da öyle bir örneğin hikayesi. Savaştan nasibini almış, kendi hâlinde bir kunduracıyı oynadım. Savaş bitti derken evin içine düşen bir bombayı, savaş uzantılı bir hadiseyi anlatıyor.