Çocukluğumda aklıma fena halde yer etmiş, ne anlama geldiğini bilmeden tüylerimi diken diken eden bir sözcük vardı: Cinnet. Gazete başlıklarından öğrenmiştim tabii... Cinnet getiren babalar karılarını, çocuklarını öldürüyorlardı. Çok kötü bir şeydi bu... İnsanın; kadınların değil ama erkeklerin, başına istemeden geliyordu ve engellemek için ellerinden bir şey gelmiyordu. Kızamıyordun, cinayet diyemiyordun, cinnetti bunun adı.
Ciddi ciddi “Benim babama olmaz inşallah” diye düşündüğümü hatırlıyorum.
Bugün baktığımda “Amma safmışım” demiyorum. Sorun bende değil kadın cinayetlerini ‘cinnet’e
bağlayarak gerekçelendiren gazetelerdeydi çünkü.
Yargı kırk yılda bir bir kadın cinayetinde gereken kararı verdi çok seviniyoruz ya şu an... İşte bunun Özgecan Aslan’a özel kalmaması, bu kadar ‘ünlü’ olmayan cinayetlerin faillerinin ellerini kollarını sallayarak dolaşamamaları için herkesin bir oturup kendi muhasebesini yapması gerekiyor.
Tabii başta medyanın bugüne kadar hakimlerin bulduğu ‘hafifletici’ sebeplere, ceza indirimlerine nasıl çanak tuttuğunu fark etmesi şart...
Filmmor Kadın Kooperatifi’nin başlattığı Kadın Cinayetleri Önlenebilir kampanyasının önemli bir bölümü,
Neyse ki moda, diyet, spor endüstrisi ve iştahlı magazin dili aksini dayatıp dursa da, “Sadece genç, ince ve süper model görünümüne sahipseniz seksi sayılırsınız, hatta ancak o zaman geçer akçesiniz” tezinin karşısına başka iddialar da koyan işler oluyor. Pirelli’nin 2016 takvimi gibi...
Malum, takvimimiz 50 yıldır genel geçer güzellik ölçülerinin en güzide temsilcisi olan genç kadınların çıplak fotoğraflarından oluşmasıyla ünlü. Ve de her sene merakla beklenen bir ürün...
Ama bu yıl, NY Times’ın ‘kültürel devrim’ olarak nitelediği bir iş yaparak takvimlerini “Farklı bir şey istiyoruz” diye ünlü fotoğrafçı Annie Leibovitz’e emanet etmişler. O da tam kendisinden bekleneceği gibi, vücutları değil zekâları, yetenekleri, hayata kattıklarıyla öne çıkan kadınlar seçmiş.
Yazar, editör, oyuncu Tavi Gevinson gibi 19 yaşında olanı da var, Yoko Ono gibi 82 olanı da... İranlı sanatçı Shirin Neshat da var aralarında, efsane Patti Smith de... Ariel Investmants şirketinin başkanı Mellody Hobson gibi başarılı bir iş kadını da, Serena Williams gibi müthiş bir tenisçi de...
Çoğunun ilk arandığında tepkisi, “Benim ne alakam olabilir? Şaka herhalde...” olmuş. Mellody Hobson kocası George
Yıl 1890... Eylül ayı... Osmanlı İmparatorluğu’nun parlak günleri geride kalmış, ancak güçlü görünme çabaları devam etmekte. II. Abdülhamit, Japonya İmparatoru Komeii’ye bir ‘iade-i ziyaret heyeti’ göndermiş. Donanmanın en güzel gemisi kabul edilen ancak çürük olduğu da gayet iyi bilinen Ertuğrul fırkateyniyle...
11 aylık yolculuk sonunda görev tamamlanmış, 650’ye yakın mürettebatıyla Yokohama Limanı’na varmış Ertuğrul. Ancak bir sorun var; geri dönüş vakti Japon sularında tayfun mevsimi. Japon yetkililerin uyarıları kâr etmemiş, yolda fırtınaya yakalanan Ertuğrul fırkateyninin akıbeti Kashinozaki Deniz Feneri’ne yönelmişken, Koshimoto kayalıklarında parçalanmak olmuş...
Buraya kadarını aşağı yukarı biliriz, ders kitaplarından. Yazmayı unuttukları, orada Oshima adlı yoksul bir balıkçı köyü olduğu, kayalıklarda fırtınaya tutulan çok olduğundan can kurtarmaya alışık köylülerin kendilerini dalgalara atarak geminin enkazından 69 kişiyi kurtarıp iyileştirdiği, aylarca misafir ettiğiydi...
Evet, denizden çıkarılan 150 kadar denizcinin oraya gömüldüğünü, Japonya’da bir Ertuğrul şehitliği olduğunu biliriz belki de, o devirde o halkın mum ışığında yaralıları yaşatmak için nasıl bir mücadele
Gençsin, yolun başındasın, hayallerin, umutların, dünyaya dair naif soruların var... Kendi 19 - 20 yaşınız gelsin gözünüzün önüne... Yolunuzu çizmek için nelerle mücadele ediyordunuz? Hangi engellerle, belirsizliklerle? Onların istediği mesleği seçmenizi bekleyen anne - babanızla mı? Önünüze dağ gibi dikilen sınav sistemiyle mi? Yanlış seçimler yapma endişesiyle mi? Neydi sizi mutsuz eden?
Belki kafanızda her şey netti de, doğru zamanın gelmesi için gün sayıyordunuz. Öteden beri belliydi, seçeceğiniz meslek. Herkes farkındaydı, yazar olacaktınız, yeteneğiniz vardı. Hayat cömert davranmış, ömür boyu seveceğiniz kadını /adamı da genç yaşta çıkarmıştı karşınıza. O da sizi seviyordu, üstelik. Size elinden tutup yürümek kalmıştı. Şehsuvar Sami gibi...
Sene 1908 olmasaydı, Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemecine gelinmemiş olsaydı, Şehsuvar Sami deli gibi aşık olduğu Ester’le birlikte Paris’e gidecek, orada yepyeni bir hayat kuracaktı. Yazacaktı ikisi de, Ester ünlü bir şair olacaktı, Şehsuvar yazar... Ve biz belki bugün o yılların Avrupasını okuyacaktık, onların kaleminden... Aşklarının öyküsünü, belki de...
Gitseydi, romancı olacaktı
Ama yıl 1908’di, memleket yangın
“Türkiye agresif tavırlar gösterirken, biz de buna seyirci kalamayız. Cevap vermemiz lazım.” Pekiyi. Ne yaparak? “Türk mutfağını protesto edelim.” Rusya’nın Liberal Demokrat Partisi milletvekili ve Sağlık Koruma Komite Başkanı Sergey Furgal’ın vatandaşlarına tavsiyesi bu. Türk mutfağından vazgeçmeleri. Özellikle de dönerden uzak durmaları.
Sağlık Koruma Komite Başkanı olduğu için meseleyi sağlığa da bağlayarak anlam katmaya da çalışıyor bir yandan: “Bu ürünler ne kalitede hazırlanıyor bilemeyiz. Organizma için zararlı” diyor. Bugüne kadar biliyorlardı, kriz anında şüpheye düştüler demek ki. Ülkeler arası gerginliğe mızıkçı ilkokul çocuğu tepkisi! Bizim dönerciler hep yasta.
Sonra dönüp bizim tarafa bakıyorum, biz zaten ezelden beri dağa küsen tavşanların ülkesiyiz. Şu anda ‘Rus konsomatris çalıştırmamakla’ övünen pavyonumuz var, oradan hesap edin. Bu şekilde ‘düşmana’ nasıl bir zarar vermek niyetindeler, bir sonuca ulaştıkları oluyor mu, bu ‘kesilen’ cezalar ne kadar süreyle geçeriliğini koruyor, merak ediyor insan. Rus F16’ları Türk jetlerini taciz etti diye evindeki Tolstoy’ları, Dostoyevski’leri öfkeyle yere çalıp Osmanlıca sözlükle ‘Alın size!’ diye pataklayan Türk
“Yıl 1990... Üniversite bitmiş, konservatuvar şan bölümü hâlâ devam ediyor, turizm şirketinde çalışıyorum. Şarkıcı olmak aklımın köşesinden geçmiyor ama günlük hayatta dilimden düşmeyen bir şarkı var. TRT’de yılın şarkısı seçilmiş.”
Böyle giriyor söze Candan Erçetin, şarkıcılığının 20’nci yılında bizimle paylaşmaya karar verdiği şarkı ‘günlüğünün’ ilk sayfasında. 13 adet Türk Sanat Müziği parçasından oluşan Pasaj / Dünya Müzik etiketli bir albüm bu. Adı, ‘Ah Bu Şarkıların Gözü Kör Olsun’. Ki bu aynı zamanda yazının başında sözü edilen şarkı.
Her şarkının kendisinde hangi yıla, hangi hikayeye, hangi tada, kokuya karşılık geldiğini yazmış Erçetin, yanına. Böyle olunca sen de hemen düşünmeye başlıyorsun, ben ilk ne zaman dinledim bu şarkıyı, sever miydim acaba, bir hikayesi var mı bende... Farkında bile değilim ama var tabii, hangimizin yok ki...
Zaman ötesi eserler
‘Ah Bu Şarkıların Gözü Kör Olsun’ mesela lise yıllarıma denk geliyor ki, kim bilir hangi aşk acısı münasebetiyle ve gizli dinliyordum, pek havalı bir şey değildi Türk Sanat Müziği dinlemek. Halbuki nasıl etkili ve zaman ötesi eserler olduğunu aradan bunca yıl geçince görüyoruz işte. Bu arada şarkının Ceyl’an Ertem - Can
Aman ne güzel gidiyor havalar, öyle değil mi? Güneş tepede içimizi ısıtmakta, kasım ayı bitiyor, biz gömlekle sokaktayız. “Mevsim normallerinin üzerinde” diye bir cümle duyuyoruz arada hava durumu bültenlerinde ama o da güzel geliyor kulağa. Sanki “fevkaladenin fevkinde” deniyormuş gibi.
Küresel ısınma? Kuraklık? Gözümüzle görmeden inanmayız... Hani şu çıkartmalara yazıp duvarımıza yapıştırdığımız ama asla okumadığımız ‘Kızılderili atasözündeki’ gibi “Son ırmak kuruduğunda” ancak. Ona da çok kalmadığı anlaşılıyor. Bu meselenin Türkiye’deki yılmaz savunucusu Ömer Madra “35 yılımız kaldı” deyip duruyor da duyan kim?
Dünya Meteoroloji Örgütü Genel Müdürü Michel Jarraud çok korkutucu açıklamalar yaptı dün. 2015’in en sıcak yıl olarak kayda geçeceğini, 2016’nın daha da beter olmasının beklendiğini söyledi, özetle. El Nino ve insan kaynaklı küresel ısınmanın olumsuz sonuçlarının önlenemez bir şekilde artarak devam ettiğini... Atmosferde sera etkisine neden olan gazların en yoğun seviyeye ulaştığını, bu yüzden küresel iklim konusunda tarihinin en kötü düzeyinde bulunduğumuzu...
Aslında ‘önlenemez’ burada şu ana kadar ‘önlenmek istenmemiş’ anlamına gelmekte; ‘insan kaynaklı’ tanımından
Hani insana “Vay be, o kadar yıl önce adam bugünü görmüş adeta” dedirten metinler vardır ya, ‘Kuşlar’ onların başında geliyor. Aristofanes yazalı 2500 yıl geçmiş ve insan aynı insan. Ne iktidar hırsından vazgeçiyor, ne fırsatını bulur bulmaz mazlumdan zalime dönüşmekten...
O yüzden Semaver Kumpanya’nın ‘Kuşlar’ına Yavuz Pekman’ın zamansız uyarlaması cuk oturuyor. Güvendost ile Umutlugil adlı kahramanlarımız, Atina’daki baskıdan bunalıp kendilerine yaşanabilir bir toprak parçası aramak için yola düşüyorlar. Tam son derece tanıdık “Gidelim buralardan’cılar”ın hayal ettiği gibi özgürlük peşinde... Ve yürüyüp yürüyüp kendilerini kuşlar ülkesinde buluyorlar. Bütün kuşlar özgürce kanat çırpıyor, baskı yok, zulüm yok... Düzen ve nizam da...
Ama işte iki kafadar bu özelliklerine tav olup yerleştikleri ülkeyi ‘sistem kurmak lazım’ diye gitgide kaçtıkları yere benzetiyorlar. Baskı, zulüm baki, bu sefer ezen Güvendost’un ta kendisi... “Yumruk yine o yumruk / Bir varsa el değişti” diyen Neyzen Tevfik’i anmanın tam yeri... Dolayısıyla insan insan oldukça gitmek de çare değil...
Tempo hiç düşmüyor
Volkan M. Sarısöz sahneye koymuş Semaver Kumpanya’nın ‘Kuşlar’ını; danslı, müzikli,