Şimdi zaman adalet aramanın ve Soma’nın yaralarını sarmanın zamanı ya, bu doğrultudaki bütün girişimler çok kıymetli. Ne güzel ki sürekli haberler geliyor; sanat dünyasında konserlerin, oyunların gelirlerini bu işe ayıranlara dair...
Şimdi Pozitif de mayıs ve haziran ayları içindeki bütün etkinliklerinin gelirinin Toplum Gönüllüleri Vakfı’nın Soma Gençlik Bursu’na ayrılacağını açıkladı.
Az buz bir şey değil, One Love Festival, Babylon Soundgarden İstanbul, Bob Dylan, Travis, Pixies, Sun RaArkestra ve Belleruche’dan söz ediyoruz. 500 liraya
kadar bilet satılıyor orada...
Kutluyoruz Pozitif’i.
Ve hemen girişiyoruz Biletix’ten Babylon Sondgarden için bilet almaya...
İnternet sitesinde “Soma için müzik” diye ayrı bir başlık açmışlar, yardım konserlerini onun içine yerleştirmişler. Güzel...
Altı-yedi yaşlarında bir kız çocuğu... Gözlerinde yaşının on katı öfke var. "Babanın madende çalışmasını istiyor musun?" diye soruyorlar, en yüksek sesiyle, ciğerlerine doldurduğu kocaman bir nefesle haykırıyor: "Hayır!"
Neden?
"Bir keresinde yaralandı, bir keresinde az daha ölüyordu. Böyle iş mi olur?"
Ne kadar doğru bir soru değil mi? İş diye bize bunu öğretmiyorlar değil mi?
'İnsanın her gün çoluğuyla çocuğuyla vedalaşarak gittiği, hiçbir zaman sağ dönüp dönmeyeceğini bilmediği yer' diye öğrenmiyoruz biz iş denen şeyi. Dolayısıyla çocuğun aklı kabul etmiyor... "Böyle iş mi olur?" diye bağırıveriyor, babasının kanatları altında büyümek isteyen her çocuk gibi.
Ona nasıl anlatabilirsiniz ki, bazı işler böyledir diye... Kabul eder mi? Neden diye sormaz mı? Neden benim babam demez mi? Bu kadar mı değersiz onun hayatı diye düşünmez mi? "Senin baban kahraman oldu şimdi" desen bu onu keser mi? Kesmeli mi kaldı ki? Bu böyle gelmiş böyle gitmeli mi?
Hürriyet Pazar'da Ayla Günerhan ile İpek İzci Şili'den bakır madenindeki kazadan iki ay yerin dibinde kaldıktan sonra sağ kurtarılan 33 işçiden altısıyla konuşmuşlar.
Her felaket bir turnusol kağıdı görevi görüyor ne yazık ki... İnsanlığımıza dair... Ve fena halde sınıfta kalıyoruz her seferinde.
Kişinin olaya nereden, hangi siyasi pencereden baktığından bağımsız konuşuyorum... “Gezi yıldönümünden iki hafta önce yaşanan Soma faciasına ne sebep oldu merak ediyoruz” diyen gazeteciye de, “Zamanlaması olmadı. Keşke ağustos ayında, cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesinde olsaydı, başbakan ne şok yaşardı” diyen vatandaşa da, sözüm...
Ya da konuyu ‘Allah’a havale edip’, “Kader” deyip meseleyi deşenlere, “Ölü sevici” demeye kalkanlara, bu konuya zaman harcayıp Twitter’da ‘ölü seviciler işbaşında’ (Evet böyle bir başlık var, TT listesinde, inanılır gibi değil!) hashtag açanlara: Nasıl yapabiliyorsunuz?
Orada ne hikmetse sayısı ‘belirsiz’ canlar toprak altındayken, her dakika ölü sayısı artarken, insanlar kayıplarına ağlarken, aklınız bunlara nasıl işleyebiliyor?
Bakıyorum, herkes bir diğerinin açığını yakalamakla meşgul. Herkesin kendi acısı en samimi, diğer herkes duyarsız, sahtekar, hain, suçlu, kötü kalpli... Ve böylesi bir felaket, bütün bunların ortaya saçılması için mükemmel bir fırsat olarak görülebiliyor.
YÜREKLER KARARMIŞ
İnanır mısınız bilmiyorum, tiyatroda “Niye o ödülü biz değil de onlar aldı?”dan başka şeyler de oluyor... Siz bunları pek okuyamıyor, hele hele ekranlardan hiç göremiyorsunuz, evet...
Hafta sonu gündüz magazin programlarında yaptığım kısa tur, hâlâ suni Afife tartışmalarının kanal kanal gezdiğini gösterdi çünkü... En büyük derdimiz o heykelciğin kimin evine gideceğiymiş belli ki.
Halbuki bu arada İstanbul Tiyatro Festivali başladı. İki senede bir yapıldığı için de ayrıca önemli ve değerli günler bunlar...
Yurt dışından önemli topluluklar geldi, yurt içinden de birçok grup yepyeni oyunlar hazırladı festival için. Sahiden umut verici bir tablo...
Bana da soranlar oluyor, “Hangi oyunları göreceksin, önereceğin var mı?” diye.?Ben buradan kendime göre birkaç öneride bulunayım, her zamanki gibi de maceraperest ruhları kendi keşif serüvenlerini yapmaya teşvik edeyim...
Öncelikle fırsatınız varsa ne yapın edin, Schaubühne’nin ‘Bir Halk Düşmanı’nı görün. Dünya tiyatrosunun yıldız yönetmeni Thomas Ostermeier, iki sene önce ‘Hamlet’ ile gelmişti festivale. Ve benim gibi “Üç saat mi? Sahiden mi?” diye endişe edenleri bile bir üç saat daha olsa izleyecek halde uğurlamıştı
Okan Bayülgen, Gezi’den sonra bu kez 1 Mayıs’ta polislerle fotoğraf çektirdiği için hedef tahtasında. Ama aynı Okan Bayülgen, hâlâ “Bizzat Gezi’ciyim ve bundan gurur duyuyorum” demekten geri durmuyor
Tarih 26 Aralık 1996, saat 03.47, yer atv ekranları... Siyah takım elbiseli bir adam sigarasını yakıyor... Üflüyor dumanı yüzümüze doğru... “Efendim ‘Televizyon Çocuğu’ 100 program yapıp sona eriyor” diyor... “Her gece buradaydım. Sizler her gece buradaydınız... Başımıza gelen her şeyi unutmak, gülmek, daha çok, kahkahalarla gülmek ama hep unutmak için... Kırık dökük, hüzünlü, küçük, utangaç, cesaretsiz gülücükler... Bir ölünün arkasından anlatılan komik anılar gibi...”
Sonra o adam yaşlanmaya başlıyor gözümüzün önünde... “Bu topraklar üzerinde yaşayan her adamın bildiği ve paylaştığı şeyleri kimsenin yüzüne vurmadık. Neden? Çünkü bizim üzerimize vazife değildi. Bizim şovumuz vardı. Şov devam etmeliydi. Ama sanıyor musunuz ki umursamadık? Üzülmedik? Delirmedik? Ama şov devam etmeliydi. Bir ölünün arkasından komik anılar anlatan adam gibi...
Bu televizyonun komiği, ben, Okan Bayülgen... Geceler boyunca kendi ölüsünün ardından konuşup durdu. Siz de güldünüz, gülmediniz mi?”
Ş
Önceki gün Flash TV’deki evlilik programında ‘kan dondurucu’ evet, ‘akıllara durgunluk verici’ kesinlikle, bir o kadar da ‘sıradan’ bir olay izledik.
62 yaşında bir adam; sunucumuzun ‘Sefer Amca’sı, başından iki evlilik ‘geçmiş’, mutluluğu bulamamış, umudu baki, kısmetini aramakta...
“Kurban olduğum Allah” diyor, “Hakkımda hayırlısını verir inşallah”.
Başlıyor hikayesini anlatmaya...
İlk evliliğini 17’sinde yapmış, bir akraba kızıyla, imam nikahı kıymışlar.
Beş ay sonra kızın ‘hal ve hareketleri değişmiş’... Buralarını deşiyor sunucumuz; Sefer ‘Amca’ diyor ki kestirmeden: “Ne bileyim artık, hiç benim kabul etmeyeceğim hal ve hareketler yapınca ben de gıcık kaptım, elimden çıkan bir kaza sonucu kader kurbanı olarak cezaevine düştüm.”
Sunucunun gözleri açılıyor kocaman:
Sabah uyanır uyanmaz bir, haberleri açıyorum. İki; Facebook ve Instagram'ı.
Birincisi hayatın gerçekleriyle yüzleşip nasıl bir dünyaya, nasıl bir ülkeye uyandığınızı hatırlamanızı sağlıyor, ikincisi o saatlerde faal olan sabah kuşu eş dost sayesinde yine de o hayata tutunmanı...
Çünkü özellikle sabahın o saatinde bir resimli ‘günaydın’ furyası başlıyor...
Eskiden saçma bulurdum, şimdi iyi geliyor. Bakıyorum birisi balkonunda yeni açan çiçeğin fotoğrafını çekmiş koymuş, öteki penceresine konan kuşun, diğeri işine giderken yolda gördüğü güneşten mayışmış sokak kuçusunun ya da pisisinin, beriki hafta sonu kırlarda fotoğrafladığı kuzunun...
BU GECE HIDRELLEZ
Bütün bu canlılar nefes aldıkları, güneşi gördükleri, sağlıklı oldukları için, sadece bu yüzden mutlular. Ne fena ki o kendini en gelişkin canlı bulan insandan esirgenmiş bu mutluluk.
Ekranlarımızın en renkli karakterlerinden Hürrem Sultan olanca ihtişamıyla “Muhteşem Yüzyıl” dizisine veda ederken, Vahide Perçin de iyi oyuncunun izleyeni nasıl kendine bağlayabileceğini kanıtladı
Meryem Uzerli’den sonra Hürrem rolünü devralan Vahide Perçin’in yaşı herkese dert oldu. Ancak o, dizideki oyunculuğuyla kendisine karşı çıkan herkese su gibi bir oyuncu olduğunu kabul ettirdi.
İlk olarak 2003 senesinde “Bir İstanbul Masalı”nda Ahu Türkpençe’nin annesi Suzan olarak izlemiştik Vahide Perçin’i. “Şöhret” olmak için ileri sayılabilecek bir yaştaydı ama öyle bir yaşam birikimi ve içinden gelen öyle bir ışığı vardı ki kısa sürede yolda yürüyemeyecek kadar sevildi.
Hem de öyle mesafeli bir sevgi değildi bu, sanki hepimizin evinde yaşıyordu Suzan. Çocukluğundan beri gözlemlediği annelerin, teyzelerin ete kemiğe bürünmüş haliydi.
Yunan göçmeni Perçin ailesinin 13 Haziran 1965 doğumlu kızı Vahide’nin çocukluğu, Alsancak’ta, levantenlerin yaşadığı Bornova Sokağı’nda geçti. Tam bir sokak çocuğu olarak... Futbol oynamaya bayılıyordu, iyi bir sağ bekti. Beş yaş büyük abisi Güven’in torpili olmadan mahalle takımına alınmak gibi de bir derdi vardı. Tıpkı yıllar sonra