Galeri x-ist’in kapısından biraz korkarak girdim, itiraf etmeliyim. Çünkü daha önce Milliyet Sanat dergisini hazırlarken bazılarının fotoğraflarını görüp ekranın karşısına çakılı kaldığım resimlerinin kendileri kim bilir nasıl bir etki yaratacaktı üzerimde, bilemiyordum.
Bir garip dünya, Bahadır Baruter’in resimlerinde kurduğu... Aslında böyle deyip de kurtulunacak gibi de değil, çünkü fantastik bir dünyayı resmediyormuş gibi görünürken, bütün yaptığı evlerimizin içine girip görünen ‘mutlu’ aile tablolarının yaldızlarını kazımak... Ne çıkıyor altından?
Gelecekte kendilerininki gibi kan kusup kızılcık şerbeti içtim diyen aileler kuracak olan kız çocukları, koca bir gergedanın işgal ettiği, bir yatağın başında yüzlerinde savaş boyalarıyla kurban törenine hazırlanan karı kocalar, evin karanlığında zayıf bir mum ışığıyla aydınlanmaya çalışırken kendini mutlu olduğuna ikna eden anneler... Ve aklarını kan bürümüş ürkütücü bakışlı koca gözler... Aksi gibi de gözünüzün tam bebeğine dikilmiş durumdalar, kaçıramıyorsunuz bakışlarınızı...
SORULARIN CEVABI YOK
Serginin adı ‘Evim Güzel Evim’... Daha önceki sergisinin adı da ‘Senin Ailen Bir Yalan Yavrum’dı Bahadır
Gören birçok kişiden aynı cümleyi duymuştum: “Bu yılın en iyi oyunu.” Nitekim Türkiye Eleştirmenler Birliği de yılın oyunu seçti ‘Savaş’ı.
Ben de nihayet görebildim ve ilk önce son cümlemi edeyim: Ne yapın edin, yeni kurulan Pürtelaş Tiyatro’nun Kadir Has Üniversitesi’nde oynadığı ‘Savaş’ı görün...
İsveçli yazar Lars Noren’e hayran kalacaksınız öncelikle. Neden bugüne kadar bizde hiçbir oyununun sahnelenmediğini merak edeceksiniz bir de.
“Savaşı bir aile üzerinden anlatıyor” cümlesi size ne kadar beylik, çok duyulmuş ve aslında içi boş görünüyorsa, işte onun tam tersini yapıyor oyun.
SAVAŞIN İZLERİ
Bir anne ve iki kızının yaşadığı o evde sahici bir savaş atmosferi kuruyor. Savaş bitmiş sözde ama hayatın içinde öyle izler bırakmış, kalpleri öyle taşlaştırmış ki geriye kalanların ne savaşın bittiğine sevinmesi mümkün, ne hayatta kaldıklarına...
Yıldız Tilbe 17’nci albümü “Şivesi Sensin Aşkın”da başkalarına verdiği şarkılarını söylüyor. Ve öyle bir yerde ki ne yapsa kabul görüyor. Bir Yeşilçam melodramını andırsa da kendince umut veren bir “başarı öyküsü” onunki
Yıldız Tilbe deyince gözümün önüne tarihi bir an geliyor, Flash TV’den. Almış mikrofonu eline, Kürtçe “Caney Caney” söylüyor, elinden tuttuğu İsmail Türüt’ün gözünün içine baka baka... Ogün Samast’a yazdığı güzellemeyle hatırlayacağımız Türüt, “Bendim buraların şahı, ağası” diye söze girecek oluyor; Yıldız hiç oralı değil, şarkı türkü oldu mu oraların şahı da, ağası da o... Türüt’le beraber Kürtçe türküde halay çekiyor, basbayağı... Oradan “Sarı Gelin”e giriyor ve “Gönül çalamazsın” ile son darbeyi vuruyor; Karin Karakaşlı’nın deyişiyle bir “Kürt-Ermeni-Alevi Bermuda şeytan üçgeni” yaşatıyor Türüt’e. O “Ne dikene dokun, ne gülü incit” diye tane tane anlatırken, apar topar kapanıyor program. Bize Yıldız’ın o dünyanın tekerine çomak sokmuş; öfkesini, tepkisini dalga geçerek ama dimdik söyleyen hali kalıyor yadigar...
Yadigar, onun aile arasındaki ismi... Tuncelili Alevi Zaza annesiyle Ağrılı Sünni Kürt babasının altı çocuğudan en küçüğü. 1966’da İzmir
Afife adaylarının açıklanmasının ardından kopan kıyameti izliyoruz hep birlikte. Önceki gün aralarında Ali Poyrazoğlu, Süheyl-Behzat Uygur, Levent Özdilek’in de olduğu tiyatro sanatçıları bir basın açıklaması yaptı, bundan böyle bu prestij kaybetmiş ödülü istemediklerine dair...
Daha önce yazmıştım, “Bu adaylar arasında ben niye yokum?” diye kızmayı tuhaf buluyorum. Mesele sistemse; şunu sık sık yaşayıp görüyoruz ki, sanatçıların çoğunun ödül alırken o sisteme bir itirazları olmuyor, ödülü reddetmek yerine ‘saygı duyuyorlar jürinin kararına’... İnsanlık hali!
Ne diyor Ali Poyrazoğlu?
“Oyunlara gelmiyorlar”.
Afife jürisi 33 kişiden oluşuyor. İstanbul’da 200 kadar oyun sahneleniyor ve hepsine yetişmek için böyle bir formül geliştirildi. Her oyunu en az dokuz üyenin görmesi gerekiyor ki, bu pek çok başka ödül jürilerindeki toplam sayıdan fazla. Yıl boyunca üyeler oylarını bilgisayardaki sisteme giriyor. ‘El değmeden’, kimse kimsenin verdiği oyu bilmeden, birbirini etkilemeye çalışmadan...
LİNÇ ETMEDEN BİR DÜŞÜNELİM
9 Mayıs’ta başlayacak olan İstanbul Tiyatro Festivali programındaki oyunlardan en çok heyecanlandıklarımdan biri ‘Gertrude-Çığlık’dı. Howard Barker’ın Shakespeare’in ‘Hamlet’ine bambaşka bir gözle bakan, annesi Gertrude’a yaklaşımındaki ahlakçı bakışı ters yüz eden metni ülkemizde ilk kez sahnelenecekti, Ata Ünal’ın rejisiyle.
Derya Alabora, Gonca Vuslateri, Alican Yücesoy, Turan Günay, Ruhi Sarı ve Özden Çiftçioğlu oynayacaktı.
Sezonda da sürmesini umduğum bir projeydi. Provaları da epeydir devam ediyordu.
Hafta sonu, provaların nasıl gittiğini sormak için Derya Alabora’yı aradım ve hiç beklemediğim bir cevapla karşılaştım:
Oyun oynanamayacaktı.
Bu oyun fikri Derya Alabora’nın başının altından çıkmıştı, biliyorum ne kadar uğraştığını, özellikle de kadro oluşturma kısmıyla... Ne olduğunu sordum, oyunculardan ayrılanlar olduğunu söyledi... Artık oyunun sahnelenmesine bir ay kala ne yeni kadro oluşturacak, ne
yeniden provaya girecek halleri yoktu; iptal edeceklerdi...
Onur Ünlü yeni filmi “İtirazım Var”da antropoloji mezunu, bağlama çalan, eski boksör bir imamı anlatıyor. Ama zaten o daha ilk filminde uyarmıştı seyirciyi: “Ben kimsenin beklemediği bir şeyler yapacağım tamam mı?” diye; “Buna hazır ol”...
Hani bazı insanlar vardır. İlk siz keşfettiniz sanırsınız ve kendinize saklamak istersiniz. Daha çok kişi okudukça, dinledikçe, izledikçe, tanıdıkça adeta bozulursunuz. Onur Ünlü tam olarak böyle biri. Bir onu fi tarihinde, ismi cismi bilinmeyen bir şairken tanıyıp takibe alanlar var... Bir ilk filmi “Polis”le keşfedip benimseyenler... Bir de tabii “Leyla ile Mecnun” ve sonrası ki bu, ilk ikisi tarafından en çok burun bükülen kategori.
Kendisi hakkında fazla bir şey anlatmayı sevmeyen biri Onur Ünlü... 1973 yılında İzmit’te bir memur ailesinde doğduğunu biliyoruz. Bir erkek kardeşi var, Orkun; çocukken birlikte dans grubu kurdukları rivayet olunmakta. İleride Eflatun Film’i birlikte kuracakları ise kesin bilgi.
İlk merakı edebiyattı. Ortaokulda bir daktilo aldı ve tıkırdatmaya başladı bir şeyler. Şiirle ilişkisinin başı sonu ise daha net: “22 Haziran 1993 günü akşamı, saat altıya çeyrek kala başladığı şiir çalışmalarına, 4 Eylül 1998
Salı akşamı 21.30 suları, Atlas Sineması gişesinde inanılmaz bir kuyruk... İstanbul Film Festivali'nde bu sene neredeyse bütün seanslar dolu ya, bunun gibisine de çok rastlamadım.
Onur Ünlü'nün son marifeti 'İtirazım Var'ı izlemek için toplanmış bulunuyoruz. Aslında izlemek için fazlasıyla acelesi olanlarız çünkü film bugün sinemalarda gösterime girmiş olacak.
Hatırlayalım, Onur Ünlü 'Sen Aydınlatırsın Geceyi' isimli önceki filmini ticari dağıtıma sokmamış, filminin bir Hollywood balonu ile bir sulu komedi arasında bir haftalık çerez olmasına izin vermemişti. Ve bu onurlu tavır neticesinde, film gösterime girse ulaşacağından kat kat fazla izleyiciye ulaştı.
Onur Ünlü'nün 'Milli Cinayet Koleksiyonu'nun üçüncü ayağı, Bir Selman Bulut polisiyesi' 'İtirazım Var' filmi ise bütün Türkiye'de gösterimde şu an.
Kimdir Selman Bulut?
Bir imam. Ama mesela neden bütün insanların tek tanrıya inanması gerektiğine dair inandırıcı kanıtlara ulaşmak için antropoloji okumuş, bağlama çalıp Alevi deyişleri söyleyen, satranç meraklısı, eski boksör bir imam.
Bir gün tam namaz vakti iki el ateş sesi yankılanıyor camide ve cemaatten biri yere devriliyor: Tefeci Salih Kalyoncu.
Önce birkaç güzel kafe açıldı diye heyecan duyduğumuz Karaköy, büyük bir hızla Cihangir ve Asmalımescit’in kaderini paylaşıp, kendini tüketme yoluna girdi...
Şimdi artık her sokak kafe dolu ve insanlar tepe tepeye sıra bekliyor.
Bitse de kalksanız diye gözünüze bakan garsonlar ve bekleşen müşteriler arasında nasıl bir pazar keyfinden söz edebiliriz diyerek biz bu hafta rotamızı henüz moda olmamış bir başka bölgeye çevirdik: Dolapdere’ye.
Harbiyedeki Starbucks’ın karşısından giriyorsunuz, yolun sonuna kadar yürüyorsunuz.
Bizim gibi sabırsızsanız “Burada sadece oto tamircileri var” diye birkaç kez mekan sahiplerini telefonla taciz ediyorsunuz. Yok, azimle aşağıya doğru yürürseniz solda Sivuple’yi göreceksiniz, şaşırmayın.
Sivuple, çok kısa süre önce bir rulman atölyesi olan yüksek tavanlı, geniş bir mekan.