İstanbul Tiyatro Festivali’nde iki sene önce izlediğimiz ‘Hamlet’ten beri Schaubühne Berlin’in ve sanat direktörü Thomas Ostermeier’in gönlümüzde özel bir yeri var. Nitekim bu yılki festivale İbsen’in ‘Bir Halk Düşmanı’ ile geleceklerinin duyulmasıyla biletlerin tükenmesi de bir oldu.
Çarşamba akşamı Harbiye Muhsin Ertuğrul’da sadece koltuklar değil, merdivenler, sıra boşlukları, her yer doluydu...
BÜYÜCÜ OSTERMEIER
Asla pişman olmayacağımız garantiydi de, yine de bu kadar sıra dışı bir gece geçireceğimizi düşünmemiştim.
Gerçi Berlin’de tek kelime anlamadan ‘Venedik’te Ölüm’ izlemişliğim var, Ostermeier’in büyücü olduğundan eminim.
Aynı zamanda bir özelliği var ki, aslında bir sanatçı zaten böyle olmalı: Gideceği ülkenin koşullarını, sanatını, politikasını biliyor. Nasıl bir coğrafyaya gideceğinin, burada neler yaşandığının, mesela cumartesi gününün Gezi’nin yıldönümü olduğunun gayet farkında.
Cumartesi akşamı, pek çoğumuz bir konuya kitlenmiştik: Cannes Film Festivali’nin ödül töreninden gelecek habere...
Evet, canımızı çok yakacak olaylar olmuştu o gün de ülkemizde. Babasız kalan çocuklar, evlatsız kalan analar coğrafyası, ‘yalnız ve güzel ülkemiz’in yaralarına yenileri eklenmişti bu hafta da...
Ama bir akşamlık nefes alınabilirdi, iyi bir haber beklenebilirdi. Çünkü Nuri Bilge Ceylan’ın Cannes Film Festivali’nde yarışan ‘Kış Uykusu’ filmi gösterildiği günden beri Altın Palmiye’nin en güçlü adayları arasında anılıyordu. Ve nihayet sonuna gelmiştik, belki az sonra 100. yılını kutlayan sinemamız Yılmaz Güney’den 32 yıl sonra bir kez daha Altın Palmiye ile taçlanacaktı.
Hayır, birilerine acaba bir şey ifade etmiyor mu, hani nasıl anlatmalı, o saatlerde çığlık çığlığa izlediğiniz, Arda orada diye bizim sayılan Atletico Madrid-Real Madrid maçı var ya, işte bu da ‘en az’ onun kadar önemli bir durumdu.
Böyle saçma bir karşılaştırmaya gidiyorum çünkü ödül töreni sırasında bizim televizyon kanallarımızda gezinerek bunu anlamanız mümkün değildi. Cannes gibi dünyanın en önemli festivallerinden biri, senin yönetmenin insanların 15 dakika ayakta alkışladığı bir film
15 yaşında fotoğrafla çıkılan yolculuk, Londra’dan Himalayalar’a uzanan “anlam arayışını” 35’inden sonra sinemada buluş... Nuri Bilge Ceylan her filmi bütün dünyada merak edilen bir yönetmen bugün. “Kış Uykusu”nu beklerken, Ceylan’ın serüvenini hatırlayalım dedik...
Nuri Bilge Ceylan 2008 yılında 61. Cannes Film Festivali’nde “Üç Maymun”la En İyi Yönetmen ödülünü almıştı. Bu satırlar yazılırken de “Kış Uykusu” 67. Cannes Film Festivali’nde favori gösteriliyordu.
Yıl 1997 idi, “Kasaba” diye bir film girdi gösterime... Siyah beyaz, yönetmenin anne babasının oynadığı, durgun akan bir film... Ne anlatıyor desen, öyle sürükleyici bir konudur, olay örgüsüdür hak getire... İki kişiyle çekilmişti koca film! Ama işte saygıyla andığımız yönetmen Ahmet Uluçay’ın yazdığı gibi; “Kasaba’da ne vardı biliyor musunuz? Tertemiz, saf bir sinema.” Bizim Altın Portakal jürisi ne yapacağını bilememiş, eli boş da gönderemeyip bir ödül icat etmişti film için: Yönetmen dalında mansiyon.
Dünya prömiyerini yaptığı Berlin Film Festivali ise elini korkak alıştırmamış, Caligari ödülünü vermişti filme. Ve ödüllü filmden bucak bucak kaçan bir milletin hayatına Nuri Bilge Ceylan diye bir isim
Şimdi zaman adalet aramanın ve Soma’nın yaralarını sarmanın zamanı ya, bu doğrultudaki bütün girişimler çok kıymetli. Ne güzel ki sürekli haberler geliyor; sanat dünyasında konserlerin, oyunların gelirlerini bu işe ayıranlara dair...
Şimdi Pozitif de mayıs ve haziran ayları içindeki bütün etkinliklerinin gelirinin Toplum Gönüllüleri Vakfı’nın Soma Gençlik Bursu’na ayrılacağını açıkladı.
Az buz bir şey değil, One Love Festival, Babylon Soundgarden İstanbul, Bob Dylan, Travis, Pixies, Sun RaArkestra ve Belleruche’dan söz ediyoruz. 500 liraya
kadar bilet satılıyor orada...
Kutluyoruz Pozitif’i.
Ve hemen girişiyoruz Biletix’ten Babylon Sondgarden için bilet almaya...
İnternet sitesinde “Soma için müzik” diye ayrı bir başlık açmışlar, yardım konserlerini onun içine yerleştirmişler. Güzel...
Altı-yedi yaşlarında bir kız çocuğu... Gözlerinde yaşının on katı öfke var. "Babanın madende çalışmasını istiyor musun?" diye soruyorlar, en yüksek sesiyle, ciğerlerine doldurduğu kocaman bir nefesle haykırıyor: "Hayır!"
Neden?
"Bir keresinde yaralandı, bir keresinde az daha ölüyordu. Böyle iş mi olur?"
Ne kadar doğru bir soru değil mi? İş diye bize bunu öğretmiyorlar değil mi?
'İnsanın her gün çoluğuyla çocuğuyla vedalaşarak gittiği, hiçbir zaman sağ dönüp dönmeyeceğini bilmediği yer' diye öğrenmiyoruz biz iş denen şeyi. Dolayısıyla çocuğun aklı kabul etmiyor... "Böyle iş mi olur?" diye bağırıveriyor, babasının kanatları altında büyümek isteyen her çocuk gibi.
Ona nasıl anlatabilirsiniz ki, bazı işler böyledir diye... Kabul eder mi? Neden diye sormaz mı? Neden benim babam demez mi? Bu kadar mı değersiz onun hayatı diye düşünmez mi? "Senin baban kahraman oldu şimdi" desen bu onu keser mi? Kesmeli mi kaldı ki? Bu böyle gelmiş böyle gitmeli mi?
Hürriyet Pazar'da Ayla Günerhan ile İpek İzci Şili'den bakır madenindeki kazadan iki ay yerin dibinde kaldıktan sonra sağ kurtarılan 33 işçiden altısıyla konuşmuşlar.
Her felaket bir turnusol kağıdı görevi görüyor ne yazık ki... İnsanlığımıza dair... Ve fena halde sınıfta kalıyoruz her seferinde.
Kişinin olaya nereden, hangi siyasi pencereden baktığından bağımsız konuşuyorum... “Gezi yıldönümünden iki hafta önce yaşanan Soma faciasına ne sebep oldu merak ediyoruz” diyen gazeteciye de, “Zamanlaması olmadı. Keşke ağustos ayında, cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesinde olsaydı, başbakan ne şok yaşardı” diyen vatandaşa da, sözüm...
Ya da konuyu ‘Allah’a havale edip’, “Kader” deyip meseleyi deşenlere, “Ölü sevici” demeye kalkanlara, bu konuya zaman harcayıp Twitter’da ‘ölü seviciler işbaşında’ (Evet böyle bir başlık var, TT listesinde, inanılır gibi değil!) hashtag açanlara: Nasıl yapabiliyorsunuz?
Orada ne hikmetse sayısı ‘belirsiz’ canlar toprak altındayken, her dakika ölü sayısı artarken, insanlar kayıplarına ağlarken, aklınız bunlara nasıl işleyebiliyor?
Bakıyorum, herkes bir diğerinin açığını yakalamakla meşgul. Herkesin kendi acısı en samimi, diğer herkes duyarsız, sahtekar, hain, suçlu, kötü kalpli... Ve böylesi bir felaket, bütün bunların ortaya saçılması için mükemmel bir fırsat olarak görülebiliyor.
YÜREKLER KARARMIŞ
İnanır mısınız bilmiyorum, tiyatroda “Niye o ödülü biz değil de onlar aldı?”dan başka şeyler de oluyor... Siz bunları pek okuyamıyor, hele hele ekranlardan hiç göremiyorsunuz, evet...
Hafta sonu gündüz magazin programlarında yaptığım kısa tur, hâlâ suni Afife tartışmalarının kanal kanal gezdiğini gösterdi çünkü... En büyük derdimiz o heykelciğin kimin evine gideceğiymiş belli ki.
Halbuki bu arada İstanbul Tiyatro Festivali başladı. İki senede bir yapıldığı için de ayrıca önemli ve değerli günler bunlar...
Yurt dışından önemli topluluklar geldi, yurt içinden de birçok grup yepyeni oyunlar hazırladı festival için. Sahiden umut verici bir tablo...
Bana da soranlar oluyor, “Hangi oyunları göreceksin, önereceğin var mı?” diye.?Ben buradan kendime göre birkaç öneride bulunayım, her zamanki gibi de maceraperest ruhları kendi keşif serüvenlerini yapmaya teşvik edeyim...
Öncelikle fırsatınız varsa ne yapın edin, Schaubühne’nin ‘Bir Halk Düşmanı’nı görün. Dünya tiyatrosunun yıldız yönetmeni Thomas Ostermeier, iki sene önce ‘Hamlet’ ile gelmişti festivale. Ve benim gibi “Üç saat mi? Sahiden mi?” diye endişe edenleri bile bir üç saat daha olsa izleyecek halde uğurlamıştı
Okan Bayülgen, Gezi’den sonra bu kez 1 Mayıs’ta polislerle fotoğraf çektirdiği için hedef tahtasında. Ama aynı Okan Bayülgen, hâlâ “Bizzat Gezi’ciyim ve bundan gurur duyuyorum” demekten geri durmuyor
Tarih 26 Aralık 1996, saat 03.47, yer atv ekranları... Siyah takım elbiseli bir adam sigarasını yakıyor... Üflüyor dumanı yüzümüze doğru... “Efendim ‘Televizyon Çocuğu’ 100 program yapıp sona eriyor” diyor... “Her gece buradaydım. Sizler her gece buradaydınız... Başımıza gelen her şeyi unutmak, gülmek, daha çok, kahkahalarla gülmek ama hep unutmak için... Kırık dökük, hüzünlü, küçük, utangaç, cesaretsiz gülücükler... Bir ölünün arkasından anlatılan komik anılar gibi...”
Sonra o adam yaşlanmaya başlıyor gözümüzün önünde... “Bu topraklar üzerinde yaşayan her adamın bildiği ve paylaştığı şeyleri kimsenin yüzüne vurmadık. Neden? Çünkü bizim üzerimize vazife değildi. Bizim şovumuz vardı. Şov devam etmeliydi. Ama sanıyor musunuz ki umursamadık? Üzülmedik? Delirmedik? Ama şov devam etmeliydi. Bir ölünün arkasından komik anılar anlatan adam gibi...
Bu televizyonun komiği, ben, Okan Bayülgen... Geceler boyunca kendi ölüsünün ardından konuşup durdu. Siz de güldünüz, gülmediniz mi?”
Ş