İtiraf edeyim, şiirlerin bestelenmesi de sesli okunması da ürkütür beni. Çok sevdiğim bir şiirse hele, şarkıya dönüşmesinin bütün tadını kaçırmasından korkarım. Ya da benim o şiirle arama girmesinden...
RAFLARDA KALIR
Saygı albümleri desen, çok anlamlı ve değerli bulmama rağmen hayal kırıklığıdır çoğu zaman. Bir sanatçının eserlerinin başka birileri tarafından seslendirilip paylaşılmasının ötesine geçmez pek. Dönüp dönüp dinlemezsiniz yani, raflarda kalır o saygı albümleri...
Şimdi öyle bir albüm var ki elimde, bütün bu saydıklarımı alt üst ediyor; önce hangi şarkıyı dinleyeceğim, ondan hangi birine geçeceğim diye, telaş etmeme neden oluyor.
Durmadan dönüp dursun, itirazım olmaz: ‘Metin Altıok Şiirlerinden Şarkılar’ ya da diğer adıyla ‘Anka’...
Yeşilçam’ın ilk sarışın yıldızı, “kolejli kızı” Filiz Akın, yalnızca 13 yıl süren sinema kariyerine rağmen hâlâ gündemde, hâlâ merak ediliyor, hâlâ hakkında kitaplar yazılıyor... Pınar Çekirge’nin “Başrolde Filiz Akın” kitabını vesile edip onun hikayesini hatırladık...
Yetmişli yıllarda dünyaya gelen kaç kız çocuğunun adı Filiz konmuştur kim bilir... Büyüyünce Filiz Akın gibi uzun sarı saçlı, hülyalı bakışlı ve narin olacağı hayalleriyle... Ya da kaçımız Barbie bebeklerimize Filiz dedik? Ekranlarda gördüğümüz tek Barbie modeli Filiz Akın’dı çünkü... Sarışın kadın, “esas kız”ın felaketi demekti o güne kadar Yeşilçam’da. Cahide Sonku’lar, Suzan Avcı’lar, Neriman Köksal’lar, Lale Belkıs’lar
hep şahane sarışın “vamp”larımızdı. Seksapelleri vardı. Başrol içinse koyu renk saçlı ve saf olmak gerekirdi. Ama işte bir kız geldi, uzun sarı saçlarını
savura savura, bu düzeni altüst etti. İflah olmaz bir Filiz Akın hayranı olan Pınar Çekirge’nin kitabının (“Başrolde Filiz Akın”, Altın Bilek Yayınları) adı gibi “başrole yerleşti”, Batı özlemimizin
ete kemiğe bürünmüş hali oldu... Hayalimizde tonton fabrikatör Hulusi Bey’in köşklerde büyümüş, tatillerini Paris’te geçiren kızı olarak
Açıkçası çekinerek yazıyorum bu yazıyı... Çünkü insanların sürekli birbirlerinin vicdanını, duyarlılığını teste tabi tuttuğu günler yaşıyoruz.
Her cümle “Gazze’de çocuklar ölürken...” diye başlıyor. Zannedersiniz ki cümleyi kuran o an yaşamını askıya aldı, nefes almayı bıraktı da başkalarının ne yaptığını sorguluyor.
Sen bir çiçeğe baktıysan, bir kediyi sevdiysen, çocuğunla mutlu bir an geçirdiysen hemen topa tutuluyorsun... “Farkında mısın, Gazze’de çocuklar ölmekte...”
Herkes diğerinden daha çok acı çektiğini ispat etmenin peşinde...
Bu şu an Gazze için, daha önce Soma için, ondan önce Van için olabilir... Memlekette ve dünyada acıdan bol ne var ki...
***
Kim ne kadar farkında bilmiyorum ama üç gündür Gazze için ‘ulusal yas’taydık.
Cumartesi sabahı Kanal D’de bir magazin programına rastlıyorum.
Habire “Flaş flaş, bu iddialar ortalığı karıştıracak” gibi birtakım cümleler eşliğinde Cem Yılmaz’ı görüyoruz Asmalımescit’te bir mekandan çıkarken...
Az sonra...
Merak ediyorum, ne gibi iddialar var ki çok tartışılacakmış, efendim gündeme bomba gibi düşecekmiş?
Sonunda anlıyoruz ki, Cem Yılmaz çekimleri biten son filmi ‘Pek Yakında’nın ekibi için bir kutlama yapmış ve aman Allahım yoksa o gecede alkol alanlar mı olmuş ne!
PİDEYLE AYILTMA
Ülke genelindeki gergin havadan mı, yoksa sıcak başımıza mı vurdu, ne olduysa, patlamaya hazır bomba gibiyiz. Ama ünlüyseniz ve sosyalmedyada patlarsanız, ciddi sonuçları olabilir. İşte bir ruh halinin portresi...
Her birimiz için farklı sebepleri ve tezahürleri olsa da epeydir patlamaya fırsat kollayan bombalar gibi dolaşıyoruz ortalıkta. Ülkemizin içinden geçe geçe bitiremediği “hassas” halden deyin, gitgide keskinleşen kutuplaşmalardan deyin, olmadı sadece temmuz sıcaklarından deyin, herkeste bir “açtırma kutuyu, söyletme kötüyü” hali... Ki o kutunun da açılması an meselesi, durmuyor kapağı üzerinde.
Birçoğumuz eşimizle dostumuzla dertleşerek ufak ufak gevşetiyoruz yay gibi olmuş sinirlerimizi... Bazılarımız sosyal medyayı kullanıyor içini döküp rahatlamak için. Zaman zaman saçmalama hakkımızı da kullanıyoruz kuşkusuz, belki sabah kalkıp siliyoruz gece bir öfkeyle yazdığımız tweet’leri, unutup geçiyoruz.
Fakat ünlüyseniz yok böyle bir şansınız. Ağzınızdan çıkanı kulağınız, elinizden çıkanı gözünüz sürekli kontrol etmek zorunda.
Sadece son bir ay içinde, ünlü isimlerden öyle tweet’ler okuduk ki sonradan silinse, üzerine özür dilense bile kolay kolay unutulmayacak,
Yaz dizisi dendi mi, sıcaklarla beraber insanların zeka seviyesinin de adam-akıllı düştüğüne, iyi oyunculuktur, inandırıcılıktır gibi kaygılarının tümden tedavülden kalktığına inanan işler görmeye alışığız ya…
Kanal D’nin iki yeni dizisini içime serin sular serpilerek izliyorum…
Bir tanesi, muz kabuğuna basıp küfreden adamlar görünce gülmemizi bekleyen komedilerin panzehiri ‘Ulan İstanbul’.
Öteki de pembe dizi denen türün bütün klişelerini kullanan ama yine de -ya da tam da bu yüzden- ilgiyle izlenen ‘Güllerin Savaşı’.
KIŞI GÖREBİLSİN İSTİYORUM
Birincisini, pamuklara sarıp saklamak istiyorum ki, kışı görebilsin. Çünkü bu zenginden alıp fakire veren Robin Hood çetesinin maceraları, çok da maceraperest olmayan ve fakat reytingleri belirleyen TV izleyicimize biraz fazla gelebilir. Bir de hızlı akıyor üstelik, mutfağa fasulyemizi karıştırmaya gidip gelince bir şeyler kaçırabiliyoruz. Gördüğümüzü başkasına da anlattırarak belletme, kırk tekrarla usandırma da yok. Sorunlu yani...
Dürüst olalım, tam da hayal ettiğini yaşadığını söyleyebilecek şanslı azınlık dışında hemen hepimizin hoşuna gider, her şeyi bırakıp yeni bir hayata yelken açma hikayeleri...
Hani adamın 9-5 bir işi varmış, hatırı sayılır bir maaşı, toplumda ‘saygın’ bir yeri ama hepsine bir anda sırtını dönmüş de gitmiş küçük bir sahil kasabasında takı yapmaya başlamış...
Ya da domatesini biberini kendi ekmeye, organik bir hayat sürmeye...
Ya da ne bileyim, hep istediği kitabı yazmaya... Yarım bıraktığı resim eğitimine dönmeye...
Bu hikayeleri okuruz, dinleriz, severiz ama gene döneriz kendi ‘güvenli’, ‘risksiz’, senede iki hafta tatil, 10 yıl içinde bir ev alma ihtimali, sonunda da kıt kanaat geçineceğimiz bir emeklilik maaşı garanti eden hayatlarımıza...
İşte o emeklilikte hayalini kurduğumuz sahil kasabasına gidebilmek için, kafamızda kurduğumuz kitabı yazabilmek, resimleri yapabilmek için şimdi çalışmamız gerekmektedir. Sonunda bir nefes alabileceğiz, “Allah sağlık verirse tabii...”
Erkan Oğur'un Sakarya'da vereceği konser iptal edilmiş. Belediye tarafından, gerekçe gösterilmeden... Öyle, günü gününe bir kararla... Yoldan döndürülmüş Erkan Oğur... Niye?
Twitter'da kendi adına açılmış bir hesaptan MİT'e eleştirilerde bulunmuş diye... Bugüne kadar sosyal medyada görmediğimiz Erkan Oğur, durup dururken bir Twitter hesabı açıyor
ve oradan sağa sola ‘hakarette’ bulunuyor.
Şu anda ortada ne o hesap var, ne atıldığı söylenen tweet’ler ama Erkan Oğur konseri iptal...
Kendi isimlerini bile açıklamayan birtakım hesaplar da iptal kararından duydukları çılgınca mutluluğu paylaşmaktalar... “Hadi aslanım, sen artık git evinde çal” şeklinde.
Bunu yapabilmek bu kadar kolay artık. Sinir olduğun, senin gibi düşünmediğine inandığın, fikirlerini onaylamadığın birini ‘linç ettirmek’ mi maksadın?
Hemen ona ait olduğunu iddia ettiğin bir hesap açabilir, oradan hükümete, Başbakan'a, bu vakada olduğu gibi MİT’e, Ak Parti seçmenine attırıp tutturabilirsin. Arkasından eşinle dostunla toplanıp “Vay efendim, ne oluyor, bu adam milli değerlerimize sövüyor” diye hadise çıkarabilirsin. O kişi istediği kadar “Benim Twitter hesabım filan yok” desin, bunun da bir hükmü yok. Bu