Kimsenin birbirine iç rahatlığıyla “Nasılsın?” diye sorup cevabını alamadığı bir akşamdı... Rahmi Koç Müzesi’nde tiyatro deyince aklınıza kim geliyorsa bir araya gelmişti ve 19. İstanbul Tiyatro Festivali’nde neler izleyeceğimizin açıklanmasını bekliyorduk. Ama bir de gerçek hayat vardı ve başta dediğim gibi “Nasılsın?” sorusuna şu tip cevaplar geliyordu: “Bu ülkede nasıl olunabilirse işte...”Ama bence en fenası yakın bir arkadaşımdan geldi: “Memleket gibiyim...”
“Kendine o kadar haksızlık etme” dedim... İşi varsa, sevdiği insanlar yanındaysa, sağlığı yerindeyse, ne kadar kötü olabilir ki insan değil mi?
Bir de işte ruh sağlığımızı korumamıza yardım ettiği için şükrettiğimiz sanat var... Heyecanla beklediğimiz oyunlar var...
33 tane yerli oyun prömiyer yapacak, yurt dışından yedi topluluk konuk olacak...
* Misal, ‘Hamlet’ini gördüğümden beri başka ‘Hamlet’ izlemekte zorlandığım, Berlin’de ‘Venedik’te Ölüm’ünü izledikten sonra tümden teslim olduğum Ostermeier Ibsen’in ‘Bir Halk Düşmanı’ ile geliyor, daha heyecan verici ne olabilir?
* Bir diğer sürpriz; 2011 yılında İstanbul Şehir Tiyatroları’nda sahneye koyduğu ‘Tehlikeli İlişkiler’ ile müthiş alkış ve bolca ödül
Tiyatro izleyicilerine müjde: Çok etkileyici bir yeni metinle tanışacaksınız bu hafta sonu. Perde açıldığı andan itibaren izleyeni merak ve heyecanla kendine bağlayan, arada kimi cümlelerin altını çizme ihtiyacı uyandıran, bittiğinde aynı anda yüzünde bir gülümseme ile boğazında bir düğüm bırakan bir metin...
Adı gibi tıpkı: Bakarsın Bulutlar Gider...
Özen Yula’nın son oyunu bu...1 Mart’ta Bo Sahne’de seyirciyle buluşacak. Ben provalarını izlemeyi başarmış şanslı bir kişiyim. Ortada dekor yokken, daha çalışılacak çok bölüm varken bile gözümü ayırmadan ve sürekli yeni tahminler yürüterek takip ettiğim bir oyunla karşı karşıya kaldım.
Her iki oyuncu da (Kenan Ece ve Selen Öztürk) karakterlerini çok başarılı bir şekilde baştan ayağa giyinmiş vaziyetteler; oyunun seyirciyle buluşmuş halinin çok daha etkileyici olacağı kesin...
Sır perdeleri var
Bu ‘giyinmek’ meselesi önemli çünkü oyun, muhafazakar kesimde geçiyor.
Tükenmişlik sendromuyla “Muhteşem Yüzyıl”ı bırakıp Almanya’ya giden Meryem Uzerli anne oldu. Ayrıca “Muhteşem Yüzyıl”ın sinema filminde oynayacağı haberleri de gündemde... Ve o ilk günden beri dönmesi en çok beklenen “yıldız”lardan biri zaten...
Mayıs 2013’te magazin gündemine bomba gibi bir haber düştü: Türkiye’nin
en çok izlenen ve konuşulan dizilerinden “Muhteşem Yüzyıl”ın kendisi kadar çok konuşulan oyuncusu Meryem Uzerli tası tarağı toplayıp Almanya’ya gitmişti. Dönmemek üzere... Sezonun bitmesine üç bölüm kalmıştı ama Uzerli’nin onu bile bitirmeye sabrı ya da takati yoktu belli ki...
O an itibariyle bir de nur topu gibi popüler terimimiz oldu: Tükenmişlik sendromu. Ağır çalışma koşullarından yıprandığı için diziyi yarıda bırakıp gittiği söylenen Meryem Uzerli’nin hareketi iki kampa böldü insanları: Yaptığını yıllardır uzun dizi sürelerinden yakınan meslektaşlarının cesaret edemediği bir tür devrimci eylem olarak görüp alkışlayanlar ve daha çok para için atılmış bir pazarlık adımı olarak görüp eleştirenler...
Ortada yabancı olduğu bir ülkede yalnız kalmış, kendine istediği gibi bir hayat kurmayı başaramamış ve de tek tutunduğu dal olan aşk hayatında ciddi
Önceleri kulağımı tıkadığım bir konuydu bu.
Telefonum bozulsa, elektrik kesilse, biriyle kavga etsem canım sıkılsa, kırk yıldır görmediğim birine rastlasam da eski defterler önüme açılsa mutlaka bir yerden bu yorum geliyordu: “E tabii, Merkür geri gidiyor, dikkat etmek lazım.” “O ne demek Allah aşkına” ile “E iyi gitsin, ben mani olmayayım” arasında dolaşan tepkilerle geçiştirmeyi tercih ettiğim bir konu... Bunca yıldır merkür retrosu mu vardı hayatımızda?
Ama artık gözardı edilecek hali kalmadı, şu aralar kendisi gene ‘retroda’ ve bütün gazeteler bu konuda neler yapmamız gerektiğini söyleyen yazılarla dolu...
Vatan gazetesinin astroloji yazarı Dr. Samiye Özbaş Soysal beş yaşında çocuğa anlatır gibi özetlemiş, ben de ondan aktarayım: Merkür gezegeninin normal yörüngesindeki hızından farklı hareket etmesi ve dünyadan sanki geri gidiyor gibi görünmesine diyormuşuz ‘retro’ diye. Bunu yılda üç dört kez tekrarlıyormuş üstelik. Ve görünüşe göre her seferinde hayatımızı felç ediyor.
Bunun yıkıcı etkilerinden kurtulmanın yolu yok mu? Var. Alışveriş yapmamamız, taşınmamamız, bir anlaşmaya imza atmamamız, iş değiştirmememiz, önemli bir karar vermememiz, yanlış anlaşılma riskinden
Hayatınızda kaç kere başınıza gelen bir ‘mucize’yi ıskaladınız?
Onun karşınıza çıkıp çıkacak en harika şey olduğunu anlamadınız ya da anladınız da, ondan korkup kaçtınız? Çünkü mutluluk, içinde kaybetme ihtimalini de içeren, güçlü olduğu derecede korkutucu bir şeydir...
Varlığıyla sizi hayata bağlarken yokluğunun ihtimaliyle bile yüreğinizi hoplatır durup dururken...
Ya da “Şimdi sırası değil” dediniz, sanki aşkın ‘sırası’ olurmuş gibi...
“Nasıl olsa başka bir yer, başka bir zamanda tekrar karşıma çıkar” diye düşündünüz de o mutluluk fırsatını teptiniz...
Belki zaten teptiğinizi bile bilmediniz...
Belki de bedellerinden korktunuz... ‘Özgürlüğüm’ ne olacak, ‘benim hayatım’ ne olacak, ya ‘ben’ ne olacağım? gibi sorularla kaçtınız ‘biz’ olmaktan...
Farah Zeynep Abdullah bu hafta “Bi Küçük Eylül Meselesi” filmiyle karşımızda. Martta da “Kurt Seyit ve Şura” dizisiyle ekranda olacak. Hem televizyonun hem beyaz perdenin yeni umudu olduğunu söylemek yersiz değil...
Aşık olmak için fazla neşeliyim ben”... Herhalde “Bi Küçük Eylül Meselesi” filminin en çok konuşulacak cümlesi... Aşk ile neşe bir potada erimez mi? Âşık olmak için illa melankoliye meyilli olmak mı gerekir? Ve benzeri sorularla... Şurası kesin ki yüzünden sahici bir neşe fışkırıp şakıyarak bunu söyleyen Eylül ne kadar inandırıcıysa, “Öyle Bir Geçer Zaman ki”de aşkı uğruna sararıp solan Aylin de o kadar sahiciydi... O zamandan Türk sinemasına uzun zamandır gelen
en güzel ve taze yüzü müjdeliyordu: Farah Zeynep Abdullah’ı.
Temellerinde iki kuşaktır aşk
olan bir ailenin çok sevilmiş tek kızı Farah... “İsmi neden böyle?” Çünkü Iraklı bir baba ile Boşnak annenin evliliğinin ürünü... Kökenlerindeki aşk, bu ay GQ dergisine kapak olan Farah Zeynep Abdullah’ın (yazıda zaman zaman FZA diye anılacak) Ebru Çapa’ya anlattığına göre, dedesiyle anneannesi aynı dispanserde çalışıp uzaktan bakışan iki insanken, dedesinin denizde boğulma tehlikesi atlatan anneannesini
Efe Işıldaksoy adını duydunuz mu? Ya da sosyal medyada bilinen adıyla rastarules’u? Görsel iletişim ve grafik tasarım okumuş bir sanatçı.
2013 Kasım’ından beri ‘Kafalar hep karışık’ adını verdiği bir sergisi var. Nerede? Her yerde...
Resim ve heykellerini çeşitli şehirlerin farklı noktalarındaki çöplere bırakıyor, sonra bunu Instagram ve Twitter’dan duyuruyor. Belirlenen saatte o çöpün başında olanlardan kısa çöpü çeken bu ‘parayla satın alınamaz’ eserin sahibi oluyor.
“Neden çöp?”ün cevabını ise şöyle veriyor:
“Geldiğimiz noktada her şey satılık. Yeterince para öderseniz her şeyi alabilirsiniz. Para vermeden alabileceğiniz şeyler ise sokağınızdaki çöp tenekesinin içerisinde. Sanatın değeri, uğruna ödenen para ile ölçülüyor ve sanat gitgide insandan kopuyor.
Uğruna para ödensin diye yapılıyor resimler, bilet satılsın diye oynanıyor oyunlar, çekiliyor filmler. Ben resimlerimi neden mi çöpe atıyorum? Çünkü onlar satılık değil. Onlara para verip evinizin duvarına süs yapamazsınız. Çöpten farksızlar, çünkü onlar için hiç para ödenmedi.
Bir yandan sanata ihtiyaç duyan bireyler azalıyor. Diğer yandan sanat yok oluyor. Para kazanmak için yapılan sanatın
Bu cumartesi, Taksim bir kez daha biber gazı bulutu altındayken, “Edepsiz görüntülere dokunma” diyenler, ‘edepsizce’ sokağa dökülmüşken, biz gözyaşları ve geniz yanmaları arasında edepli edepli Dot’un ‘Makas Oyunları 2’sinin yolunu tuttuk, iyi ettik.
Borçtan harçtan kurtulmak için önce yüzdüğü denizi, giderek anneannesini satmaya kalkışanlar mı istersiniz, marketten bebek satın almaya gitmişken rokfor peynirinden feragat etmemek için daha ucuzundan ‘defolu’ bebek peşine düşen ebeveyn adayları mı... Hayatın bütün vahşeti, olanca ‘doğallığı’ ile sahnede... Ki bu da bu projenin amacının ta kendisi zaten.
‘Makas Oyunları’, Britanya’da doğmuş, güncel politik durumlara dair yazılmış kısa oyunlardan oluşan bir proje. İnternet sitelerinde “Bu oyunlar sizin için yazıldı” diye anlatıyorlar, “Alın ister yerel kütüphanenizde sergileyin, ister bir yolu işgal edip gelen geçene oynayın...”
Kral çıplak!
Dot’un bunlardan yaptığı ikinci seçki; ‘Ev Ekonomisi’, ‘Bedel’ ve ‘Köy’ adını taşıyor. ‘Köy’ün başında bir anons var: “Bu oyunda genel ahlak kurallarına uyma endişesiyle yapımcı tarafından otosansür uygulanmıştır.”
Oyun, bir polis karakolunda geçiyor. İbrahim Selim ile Gizem