‘Kurt Seyit ve Şura’ hakkında yazılanları okuyunca, “Ben herhalde başka bir şey izledim” dedim... Çünkü evet, ilk bölüm itibariyle çok fazla ‘aksiyon’la karşılaşmadık, bazı sahneler seyirciyi sıkacak kadar uzadı-ki bu zaten Türk dizilerindeki zaman sorununun hep yaşadığımız bir sonucu-ama güzel bir masalın dünyasına özenle anlatılmış giriş yaptık diye düşünüyorum.
Mekanlar, kostümler, atmosfer gayet başarılıydı.
Neden kadınların hepsi (özellikle Barones, Nina ve ne yazık ki Şura başta olmak üzere) ince hastalıktan muzdarip gibi soluk benizli ve gözlerinin altı mor halkalıydı, onu sanırım bir oturup yeniden düşünmeleri gerekiyor.
PARLAYAN YILDIZLAR
Oyunculuklar belli bir düzeyin üstündeydi. Özellikle Birkan Sokullu ve Ushan Çakır’ın bu dizinin parlayan yıldızları olacağı şimdiden görülüyor.
‘Kuzey Güney’de Kıvanç Tatlıtuğ’un yanına Öykü Karayel’i yakıştıramayan yurdum kızlarının şimdi de Farah Zeynep Abdullah’ın gözünün üstünde kaş aradığı görülmekte, bence gayet iyi bir kimya var aralarında.
Onur Yaser Can, ODTÜ mezunu genç bir mimardı. Mimarlığın yanı sıra Belçika’da resim okumuş, mimarlık eğitiminin bir kısmını İtalya’da sürdürmüş, ayrıca müziğe meraklı; davul, bendir, gitar, saz çalan, üniversitenin sutopu takımında ve sualtı topluluğunda yer alan, üç dil bilen, güzel, mutlu, sağlıklı bir genç adamdı... Hakkında daha pek çok iç acıtıcı detayı www.onuryasercan.wordpress adresinden öğrenebilirsiniz...
İç acıtıcı, çünkü bu güzel gülüşlü delikanlı, 2 Haziran 2010’da, esrar satın aldığı gerekçesiyle, İstanbul Narkotik Şube Müdürlüğü ekiplerince yakalandı.
BU CİNSEL TACİZ
Savcının gözaltı kararı olmadığı halde nezarethaneye atıldı, avukat bulundurulmadan ve ailesine haber verilmeden sorguya alındı, çırılçıplak soyulup işkenceye ve cinsel tacize maruz kaldı.
Bu korkunç süreçte ve sonrasında yaşananları da yine aynı siteden öğrenebilirsiniz. Ertesi gün yeniden aranıp ‘tarih düzeltilmesi’ bahanesiyle yine emniyete çağrıldığını, bir kez daha baskı ve tehdide maruz bırakıldığını, tutanakların ‘dosya üzerinde gizlilik kararı var’ gerekçesiyle avukatından kaçırıldığını...
20 gün sonra üçüncü kez emniyete çağrılınca da kendisini üçüncü kattaki evinin
Sıla iki yıl önce en büyük hayalinin Andrea Bocelli’yi canlı dinlemek olduğunu söylemişti. Bu hayali gerçek olmakla kalmadı, ünlü tenorla düet de yaptı. Sıla ilk hayalini ise beş yaşındayken kurmuştu: Kendi şarkılarını söyleyen bir şarkıcı olmak!
Yurt dışına gittiğimde mutlaka bir konsere denk getiririm. En büyük hayallerimden birisi Andrea Bocelli’yi canlı izlemek.”
2012 yılında, Sıla Radikal gazetesinden Burak Kuru’ya söylüyor bunları... Ve aradan sadece iki yıl geçiyor, değil Andrea Bocelli’yi canlı izlemek, kendisini ünlü tenorla sahnede düet yaparken görüyoruz. Kırmızı tuvaleti içinde “La Vie en Rose”u söylerken... Tamam, birkaç saniye şarkının nakaratını bölüşürken... Gene de fazlasıyla gerçek
olmuş bir hayal değildir de nedir?
Sıla’nın o tuvaleti içinde zarif zarif Fransızca mırıldanırken de bir “dayı” hali var ya, biz onu aslında baştan ayağa o tavrı kuşanmış olarak tanımıştık. İlk şarkısını hatırlayalım: “Kendine güvenen şöyle gelsin / Bıraksın inadı dile gelsin / Sözünden dönen namert çıksın (...) Kafayı düzelttim senden sonra / Kendime yararım bundan sonra / İster gelirim ister gelmem / Hesap mı vericez bundan sonra?!” Hatta şarkının bir yerinde biplenen
Kimsenin birbirine iç rahatlığıyla “Nasılsın?” diye sorup cevabını alamadığı bir akşamdı... Rahmi Koç Müzesi’nde tiyatro deyince aklınıza kim geliyorsa bir araya gelmişti ve 19. İstanbul Tiyatro Festivali’nde neler izleyeceğimizin açıklanmasını bekliyorduk. Ama bir de gerçek hayat vardı ve başta dediğim gibi “Nasılsın?” sorusuna şu tip cevaplar geliyordu: “Bu ülkede nasıl olunabilirse işte...”Ama bence en fenası yakın bir arkadaşımdan geldi: “Memleket gibiyim...”
“Kendine o kadar haksızlık etme” dedim... İşi varsa, sevdiği insanlar yanındaysa, sağlığı yerindeyse, ne kadar kötü olabilir ki insan değil mi?
Bir de işte ruh sağlığımızı korumamıza yardım ettiği için şükrettiğimiz sanat var... Heyecanla beklediğimiz oyunlar var...
33 tane yerli oyun prömiyer yapacak, yurt dışından yedi topluluk konuk olacak...
* Misal, ‘Hamlet’ini gördüğümden beri başka ‘Hamlet’ izlemekte zorlandığım, Berlin’de ‘Venedik’te Ölüm’ünü izledikten sonra tümden teslim olduğum Ostermeier Ibsen’in ‘Bir Halk Düşmanı’ ile geliyor, daha heyecan verici ne olabilir?
* Bir diğer sürpriz; 2011 yılında İstanbul Şehir Tiyatroları’nda sahneye koyduğu ‘Tehlikeli İlişkiler’ ile müthiş alkış ve bolca ödül
Tiyatro izleyicilerine müjde: Çok etkileyici bir yeni metinle tanışacaksınız bu hafta sonu. Perde açıldığı andan itibaren izleyeni merak ve heyecanla kendine bağlayan, arada kimi cümlelerin altını çizme ihtiyacı uyandıran, bittiğinde aynı anda yüzünde bir gülümseme ile boğazında bir düğüm bırakan bir metin...
Adı gibi tıpkı: Bakarsın Bulutlar Gider...
Özen Yula’nın son oyunu bu...1 Mart’ta Bo Sahne’de seyirciyle buluşacak. Ben provalarını izlemeyi başarmış şanslı bir kişiyim. Ortada dekor yokken, daha çalışılacak çok bölüm varken bile gözümü ayırmadan ve sürekli yeni tahminler yürüterek takip ettiğim bir oyunla karşı karşıya kaldım.
Her iki oyuncu da (Kenan Ece ve Selen Öztürk) karakterlerini çok başarılı bir şekilde baştan ayağa giyinmiş vaziyetteler; oyunun seyirciyle buluşmuş halinin çok daha etkileyici olacağı kesin...
Sır perdeleri var
Bu ‘giyinmek’ meselesi önemli çünkü oyun, muhafazakar kesimde geçiyor.
Tükenmişlik sendromuyla “Muhteşem Yüzyıl”ı bırakıp Almanya’ya giden Meryem Uzerli anne oldu. Ayrıca “Muhteşem Yüzyıl”ın sinema filminde oynayacağı haberleri de gündemde... Ve o ilk günden beri dönmesi en çok beklenen “yıldız”lardan biri zaten...
Mayıs 2013’te magazin gündemine bomba gibi bir haber düştü: Türkiye’nin
en çok izlenen ve konuşulan dizilerinden “Muhteşem Yüzyıl”ın kendisi kadar çok konuşulan oyuncusu Meryem Uzerli tası tarağı toplayıp Almanya’ya gitmişti. Dönmemek üzere... Sezonun bitmesine üç bölüm kalmıştı ama Uzerli’nin onu bile bitirmeye sabrı ya da takati yoktu belli ki...
O an itibariyle bir de nur topu gibi popüler terimimiz oldu: Tükenmişlik sendromu. Ağır çalışma koşullarından yıprandığı için diziyi yarıda bırakıp gittiği söylenen Meryem Uzerli’nin hareketi iki kampa böldü insanları: Yaptığını yıllardır uzun dizi sürelerinden yakınan meslektaşlarının cesaret edemediği bir tür devrimci eylem olarak görüp alkışlayanlar ve daha çok para için atılmış bir pazarlık adımı olarak görüp eleştirenler...
Ortada yabancı olduğu bir ülkede yalnız kalmış, kendine istediği gibi bir hayat kurmayı başaramamış ve de tek tutunduğu dal olan aşk hayatında ciddi
Önceleri kulağımı tıkadığım bir konuydu bu.
Telefonum bozulsa, elektrik kesilse, biriyle kavga etsem canım sıkılsa, kırk yıldır görmediğim birine rastlasam da eski defterler önüme açılsa mutlaka bir yerden bu yorum geliyordu: “E tabii, Merkür geri gidiyor, dikkat etmek lazım.” “O ne demek Allah aşkına” ile “E iyi gitsin, ben mani olmayayım” arasında dolaşan tepkilerle geçiştirmeyi tercih ettiğim bir konu... Bunca yıldır merkür retrosu mu vardı hayatımızda?
Ama artık gözardı edilecek hali kalmadı, şu aralar kendisi gene ‘retroda’ ve bütün gazeteler bu konuda neler yapmamız gerektiğini söyleyen yazılarla dolu...
Vatan gazetesinin astroloji yazarı Dr. Samiye Özbaş Soysal beş yaşında çocuğa anlatır gibi özetlemiş, ben de ondan aktarayım: Merkür gezegeninin normal yörüngesindeki hızından farklı hareket etmesi ve dünyadan sanki geri gidiyor gibi görünmesine diyormuşuz ‘retro’ diye. Bunu yılda üç dört kez tekrarlıyormuş üstelik. Ve görünüşe göre her seferinde hayatımızı felç ediyor.
Bunun yıkıcı etkilerinden kurtulmanın yolu yok mu? Var. Alışveriş yapmamamız, taşınmamamız, bir anlaşmaya imza atmamamız, iş değiştirmememiz, önemli bir karar vermememiz, yanlış anlaşılma riskinden
Hayatınızda kaç kere başınıza gelen bir ‘mucize’yi ıskaladınız?
Onun karşınıza çıkıp çıkacak en harika şey olduğunu anlamadınız ya da anladınız da, ondan korkup kaçtınız? Çünkü mutluluk, içinde kaybetme ihtimalini de içeren, güçlü olduğu derecede korkutucu bir şeydir...
Varlığıyla sizi hayata bağlarken yokluğunun ihtimaliyle bile yüreğinizi hoplatır durup dururken...
Ya da “Şimdi sırası değil” dediniz, sanki aşkın ‘sırası’ olurmuş gibi...
“Nasıl olsa başka bir yer, başka bir zamanda tekrar karşıma çıkar” diye düşündünüz de o mutluluk fırsatını teptiniz...
Belki zaten teptiğinizi bile bilmediniz...
Belki de bedellerinden korktunuz... ‘Özgürlüğüm’ ne olacak, ‘benim hayatım’ ne olacak, ya ‘ben’ ne olacağım? gibi sorularla kaçtınız ‘biz’ olmaktan...