Bütün sene merak edip görme fırsatını çok geç, ancak son gününde yakaladığım bir oyun oldu bu sene: Bulut Tiyatro’nun ‘Tetikçi’si
Son derece iyi kurgulanmış, cesur ve fazlasıyla ‘gerçekçi’ bir iş. Aslında “Cesur” derken bile içim sızlıyor. Çünkü Ebru Nihan Celkan’ın yazıp yönettiği oyun, birebir örtüşmese de, Hrant Dink cinayetine benzer bir suikastın şartlarının nasıl oluştuğunu anlatıyor. Ve aslında Abdi İpekçi’lerin, Uğur Mumcu’ların, Sabahattin Ali’lerin katledildiği bu topraklarda böyle bir oyunun ‘cesur’ kabul edilmeyeceği gündür, özlemini duymamız gereken.
Oyunda ‘bir bebekten nasıl katil yetiştirildiğini’ adım adım izliyoruz. Bir Anadolu kentinde, bir takım ‘abi’lerin şehre okumaya gelmiş yoksul çocuklara nasıl ‘sahip çıktığını’, bir evde barındırıp iki üst baş, biraz cep harçlığıyla gözlerini boyayıp nasıl ‘kanlarına girdiğini’ görüyoruz.
Derken başlıyor beyin yıkama faslı. “Onlar bizim düşmanımız oğlum” masalları. Ve bu memleketi bu ‘düşmanlardan’ temizlemenin nasıl bir kahramanlık olduğu destanları. Hayatında değil kahraman olmak, kimsenin gözünün içine bakıp konuşacak kadar bile özgüveni olmayan bir çocuğu cebine silah koyup otobüse bindirip yolluyorlar
Geçen haftaki İDO yazıma, galiba bütün meslek hayatım boyunca aldıklarımın toplamı kadar eposta geldi. meğer ne çok İDOzede varmış.
Önce şunu belirteyim, yazının çıktığı sabah önce müşteri hizmetlerinden, sonra basın danışmanından telefon geldi ve business fiyatı ödeyerek ekonomide seyahat edecek olmama neden olan ‘sistem hatası’nın düzeltildiği bildirildi. Gelgelelim aldığım maillerde o kadar çok ve çeşitli sıkıntı var ki, bir bölümünü paylaşmaya çalışacağım.
* Bir kere herkes çılgınca artan fiyatlardan şikayetçi. Öyle bir hale gelmiş ki durum, esnek fiyat uygulamasının da yardımıyla uçağa binmek İDO’ya binmekten daha ekonomik olmuş. Bir hizmetin alternatifinin olmaması, “Nasıl olsa buna mahkumsunuz” gibi bir bakış
açısıyla, bu kadar ölçüsüz bir fiyat
artışına neden olmamalı, değil mi?
* En çok rastlanan şikayetlerden biri, sistemin aynı koltuğu birden fazla kişiye satması. İlker Şengül diyor ki: “Hem giderken, hem dönerken aynı koltuk numaraları ikişer kişiye satıldığı için deniz otobüsünde inanılmaz kavgalar, yumruklaşmalar yaşandı ve bütün bunlar olurken İDO’nun herhangi bir görevlisine ulaşılamadı.
İDO’yla seyahat edecekseniz her türlü sürprize hazır olmalısınız. Hem karşılığını vermediği bir şey için para alıyor, hem de hatasını düzeltmiyor
Rahşan Gülşan’ın, özelleştirilmiş İDO’nun ne büyük hayal kırıklığı olduğuna dair yazısını geç okudum maalesef. Olanlar olmuştu artık. Biletlerin pahalılığından, Fatih Altaylı’nın da yazdığı gibi, ‘otomobile ayrı şoföre ayrı bilet’ alınıyor oluşundan söz etmiş Rahşan. Bir de internet sitesinin berbatlığından... Hakikaten yemediler içmediler o siteyi değiştirdiler ve eskisini mumla aratan bir şeye dönüştürmeyi başardılar.
İşte Rahşan bu nedenle online bilet almayı başaramamış, keşke ben de yapamasaymışım. Önceki gün siteye girip 292 lira ödeyerek Yenikapı-Bandırma hattına, şoför dahil, dört kişilik bilet aldım. Koltuk seçimine geldi sıra, baktım pek az seçenek var, “Dolu herhalde” diye, bulduğum dört koltuğu seçtim. Bu arada, koltuğunuzu kendiniz seçmek istiyorsanız onun için de ekstra para ödüyorsunuz, aksi halde sistem nereyi takdir ederse oraya oturuyorsunuz. Her adımda ayrı para tuzağı.
Biraz sonra anladım ki, salonları ‘ekonomi-business’ diye ayırmışlar. İçime sinmedi, annemle seyahat ediyoruz, rahat edelim diye, farkını
‘Gökyüzü gibi şu çocukluk. Hiçbir yere gitmiyor’. Edip Cansever’in bu dizelerini, Murathan Mungan’dan duyduk. Galiba hayatının en duygulu konuşmasını yaparken. Ara ara sesi titrer, gözleri dolarken. 23 Nisan’da şiir okuma yarışmasına hazırlanan küçük Murathan kadar heyecanlıyken
Mardin’deydi çünkü, çocukluğuyla karşı karşıya. Çocukluğunun gökyüzü başının üzerinde. Bu yıl yedincisi düzenlenen Sinemardin Uluslararası Film Festivali, Murathan Mungan’a hem onur ödülünü, hem de onursal başkan sıfatını sundu. Ve biz o gün, yıllar önce Ses mecmuasında resmini görüp tanıdığı Halit Refiğ’in peşine takılıp Mardin sokaklarında dolaşan kısa pantolonlu çocukla tanıştık. “Çok yer gezdim ama her gittiğim yere çocukluğumun gökyüzünü götürdüm” dedi Mungan, “Mardin kadar yıldızlara yakın bir yerde yıldızlarla bakışarak uyuyorsanız artık rüyalarınız eskisi gibi olmaz. Hayallere karışırsınız, kainatla başka bir yerden konuşmayı öğrenirsiniz.”
Hayattaki asıl zenginlik
Benim için Mardin ve çevresini ilk kez görmek, artık bu dili az da olsa sökmek demekti. Uzaktan bakıldığında akla yoksulluğu getiren coğrafyanın nasıl bir zenginlik içerdiğine kendi gözlerimle tanık olmak demekti.
Büyük
Yeni filmin çekiliyor olduğunu öğrenince bir set ziyareti şart oldu. Büyükada’daydım. Reha Erdem, mümkün mertebe ser verip sır vermemeye çalıştı..
Reha Erdem’in yeni film çekiyor olması, nereden baksan iyi haber... Ama daha iyisi var, yakında iki Reha Erdem filmi birden görecek olmamız. Ve bence bir iyi haber de, isimlerinden ve konularından az buçuk tahmin edebildiğimiz üzere, her ikisinin de kadın odaklı filmler olması. Her melanetin kaynağını kadında arayan filmlerden bolca bulunan sinemamızda özlemini çektiğimiz bir şey, Reha Erdem gibi ‘kadınların üstün varlıklar olduğunu’ düşünen bir yönetmenin gözünden kadını izlemek.
Filmlerden ilkinin, Kürtçe’de kadın anlamına gelen ‘Jin’in başrolünde Deniz Hasgüler’in olduğunu biliyoruz, Fatih Yazıcı’nın sinema blogu izlandik’ten aldığımız bilgiye göre, film “17 yaşında; sevmek, görmek, duymak, öğrenmek, kısaca yaşamak için isyan etmeyi seçen Jin adındaki kızın büyük şehir hayalleriyle süslediği yaşamına odaklanıyor.”
‘Jin’in çekimleri çoktan bitti, ama ikinci film ‘Şarkı Söyleyen Kadınlar’ın halihazırda çekilmekte olduğunu öğrenince bir Büyükada ziyareti şart oldu. Splendid Otel’deydi set o gün. Reha Erdem en kibar ve sıcak
Fazıl Say’ın Ömer Hayyam’ın dizelerini paylaşmasının nasıl ‘halkın bir kesiminin benimsediği dini değerleri alenen aşağılama’ sayılabildiğini anlamaya çalışıyorum
Bu sabah Fazıl Say imzalı bir açıklama buldum posta kutumda. Nasıl bezgin ve üzgün olduğu o birkaç satırdan anlaşılıyordu. “Müzik hayatımı bu ülkenin kültürünü, tarihini, ruhunu anlamaya çalışarak geçirdim” diyordu, “Kara Toprak, Hezarfen Ney Konçertosu, İstanbul Senfonisi gibi eserlerim, dünyanın dört bir yanında seslendiriliyor. Buna dayanarak Anadolu kültürünün tanınmasında az çok benim de katkım var desem, herhalde yanlış bir şey söylemiş olmam.”
Kendisini sadece burada değil,
Salzburg ve Prag’da da dinleme şansı bulmuş, o kendi eserlerini seslendirir ve ortalık alkıştan yıkılırken o müzisyenle aynı ülkeden, Türkiye’den gelmiş olmakla gurur duymuş biri olarak içim acıdı. “Beklentim, beni yargılamadan önce biraz da olsa müziğime zaman ayırıp toplumumuzun değerleri üzerine aslında ne hissettiğimi anlamaya çalışmanız” diyordu sözlerinin sonunda. ‘Anlamaya çalışmanız.’
Bense anlamaya çalışıyorum; Fazıl Say’ın Ömer Hayyam’ın dizelerini paylaşmasının nasıl ‘halkın bir kesiminin benimsediği dini değerleri alenen aşağılama’
Artık günlük hatta anlık haber almak için bir numaralı kaynağımız Twitter. Ödüm patlıyor başına bir şey gelecek diye. Ama bir yandan da her açtığımda yüreğim daralıyor. Hiç mi iyi bir şey olmuyor? Pek olmuyor galiba.
Misal, perşembe öğle saatleri itibarıyla Twitter gündeminden birkaç başlık aktarayım:
Vedat Sakman ve Cezmi Ersöz, Göcek’te Sakman’ın oğlu Kutsal’ın yerinde saldırıya uğramışlar. Üç kişi Vedat Sakman’ın şarkı söylemesini istemiş, ısrarlarını da kafasına şişe fırlatma yoluyla bildirmişler. Sonuç: Cezmi Ersöz’ün burnu kırık, Vedat ve Kutsal Sakman yaralı.
Jehan Barbur’u, TRT Arapça kanalına davet edip ancak usturuplu giyinmesini istemişler, “Açılıp saçılma” diyorlar yani, tabii ki reddetmiş. Geçen ay çıkan bir grupta vokalistlerin omuzuna kareli masa örtüsü örten kanal... Tebrikler, ‘yaratıcılıklarına sağlık’ hatta, Açılay diliyle.
Kürtaj ve sezaryen konusuna girmeden atlatmayı umuyordum bu haftayı aslında. Ama pazartesi sabahı radyoyu açıp kanallar arasında dolaşırken baktım gene birtakım erkekler, konuyla ilgili atıp tutmakta...
Bir tanesi program yapımcısı, diğerleri telefon marifetiyle bildiriyor engin fikirlerini. Tabii ki konuşulanlar anneliğin kutsallığı, doğmamış bir yavrunun yaşam hakkını elinden almaya kimsenin hakkı olmadığı, bunun büyük ayıp, günah, sorumsuzluk, vicdansızlık olduğu, olduğu da olduğu...
Her kafadan bir ses
Zannedersiniz çocuklarının sokaklarda dilendiği, gençlerinin eğitimsizlikten, işsizlikten kırıldığı, her gün kadınların kızların öldürüldüğü bir ülkeden değil, dikensiz gül bahçesine benzer bir diyardan sesleniyorlar. Efendim, ekonomik sebeplerle, bakamam diye o çocuğu dünyaya getirmemek de ne demekmiş? Nasıl ne demek? Bundan daha anlaşılır bir şey var mı? Doğurup çayıra salmakla olmuyor ki bu iş, geleceğini de garanti altına almak senin sorumluluğun. Bunun aksini iddia etmek nasıl bir sorumsuzluk o zaman? Pardon, gelen can rızkıyla beraber geliyordu değil mi, unutmuşum...
Tam bu bölümü atlatıp kendimi sakinleştiriyorum, bu sefer iyice bilmedikleri bir alanda,