Kürtaj ve sezaryen konusuna girmeden atlatmayı umuyordum bu haftayı aslında. Ama pazartesi sabahı radyoyu açıp kanallar arasında dolaşırken baktım gene birtakım erkekler, konuyla ilgili atıp tutmakta...
Bir tanesi program yapımcısı, diğerleri telefon marifetiyle bildiriyor engin fikirlerini. Tabii ki konuşulanlar anneliğin kutsallığı, doğmamış bir yavrunun yaşam hakkını elinden almaya kimsenin hakkı olmadığı, bunun büyük ayıp, günah, sorumsuzluk, vicdansızlık olduğu, olduğu da olduğu...
Her kafadan bir ses
Zannedersiniz çocuklarının sokaklarda dilendiği, gençlerinin eğitimsizlikten, işsizlikten kırıldığı, her gün kadınların kızların öldürüldüğü bir ülkeden değil, dikensiz gül bahçesine benzer bir diyardan sesleniyorlar. Efendim, ekonomik sebeplerle, bakamam diye o çocuğu dünyaya getirmemek de ne demekmiş? Nasıl ne demek? Bundan daha anlaşılır bir şey var mı? Doğurup çayıra salmakla olmuyor ki bu iş, geleceğini de garanti altına almak senin sorumluluğun. Bunun aksini iddia etmek nasıl bir sorumsuzluk o zaman? Pardon, gelen can rızkıyla beraber geliyordu değil mi, unutmuşum...
Tam bu bölümü atlatıp kendimi sakinleştiriyorum, bu sefer iyice bilmedikleri bir alanda,
Elif Şafak reklam yıldızı oldu ama roman yazmaya da devam edecek kuşkusuz. Peki bu reklamda oynamanın yazar olarak ona kaybettirdiği kredileri hangi kartla kazanmak niyetinde ki acaba?
Sıkıntılı konu, sanatçı-reklam ilişkisi. Sevdiğiniz bir oyuncuyu, müzisyeni ve Elif Şafak’ın oynadığı kredi kartı reklamıyla geldiğimiz son noktada yazarı, hangi reklamda görseniz mutlu olursunuz ki? Bunu kendi aramızda tartışırken, oyuncunun ayrı tutulabileceğine karar verdik gerçi. Neticede onun işi buydu, oynamaktı. Ben yine de inandıklarını, ilkelerini hiçbir yüksek fiyata satmayan oyuncular da gördüm. Elif Şafak’dan daha fazla kazanmıyorlardı. Tabii burada kimseyi daha çok para kazanmak istediği için suçlayamayız. Mesele, “İmajımızı mı koruyacağız, cebimizi mi?” gibi bir seçimde. En önemlisi, samimiyette. Söylediğimizle yaptığımızın birbirine uymasında.
Bu konuda memleket çapındaki en büyük hayal kırıklığımız ‘Sufi’ Mazhar’dır misal. Bir yandan maneviyattan dem vurup, bir yandan reklamlarda oynamakla kalmamış; sevdiğimiz şarkıları bir bir muhtelif markalara satmıştır. Ne ‘Güllerin İçinden’ kurtulmuştur ‘piyasanın’ çarkından, ne ‘Yalnızlık Ömür Boyu’... Halbuki yine ‘Ele Güne Karşı’nın
Redd grubu, bizim için çok kıymetli, kendileri için bir yabancı olan Tülay Bediz’in, Tülay Abla’mızın 75’inci doğum gününü bir şenliğe çevirdi...
Redd grubunu hep sevdim, ana fikri en baştan söyleyeyim. Çok güzel sözler, çok sağlam şarkılar yazdıkları için öncelikle. Sonra, insanların kendilerine dokunmayanın bin yaşamasından yana olduğu bir dönemde, tutup sahneye Ahmet Şık ve Nedim Şener maketiyle çıkabildikleri, ajitasyona kaçmadan, son derece aklı başında mesajlar verdikleri için. En son da, bizim için çok kıymetli, kendileri için bir yabancı olan Tülay Bediz’in, Tülay Abla’mızın 75’inci doğum gününü bir şenliğe çevirdikleri için.
Olayı baştan anlatmalıyım tabii. Tülay Abla, Redd grubunu Çağan Irmak’ın ‘Prensesin Uykusu’ filminde keşfedip çok sevmişti. Hatırlarsanız, orada sonsuz görünen bir uykuya yatmış çocuğun en sevdiği gruptu Redd ve filmin kahramanı Aziz onları bulup hastaneye getirmek gibi bir hayalin peşine düşmüş, sonunda da başarılı olmuştu.
Bizde de olaylar benzeri şekilde gelişti ama çok şükür mekanımız hastane değil, Asmalımescit’teki Off Pera’ydı. Geçen hafta salı günü Tülay Abla’nın doğum günü için 9 Ece Aksoy’da toplaştık. Bir yandan yan
“Ben, o güne kadar bu ülkenin bir vatandaşı olduğumu bilmiyordum...” Pek çok yürek yaralayan cümle vardı Mukhtar Mai’nin sözlerinde, nedense en çok aklımda kalanlardan biri bu oldu
Vatandaş olduğunu, hatta insan olduğunu bilmeyen, yasalarla korunan bir takım haklara sahip olduğunu aklına bile getirmeyen bir kadın. Birtakım haklar derken, komşu köyün ileri gelenlerinin toplanıp aralarından dördünün ona tecavüz etmesine karar vermesine karşı çıkmayı kastediyorum. Belki biliyorsunuz, belki unuttunuz, Pakistanlı Mukhtar Mai’nin başına gelen tam bu. Planlı, programlı, seyircili bir toplu tecavüz. Topu topu 10 yıl önce, 2002 yılında.
İstanbul Tiyatro Festivali’nde okuma tiyatrosu olarak sahnelenen ‘Yedi’de dünyanın yedi ülkesinden yedi güçlü ve cesur kadının hikayesi anlatıldı. Her biri diğerinden etkileyiciydi ama oyunun afişlerinde de yer alan hüzünlü yüzüyle Mukhtar Mai’ninki en dehşet verici olanıydı. Üstelik hikayelerin hepsi bir şekilde umut verici bir mutlu sona bağlanırken, okuma başlamadan önce yönetmen Hedda Krausz Zjögren, Mukhtar Mai’nin üzerindeki baskıların artmakta olduğunu söyledi, aklımız onda kaldı.
Bir başka özür
Gençlerin reji yapmasına hiç itirazım yok, ne güzel. Ama bazı durumlarda ne istediğini bilen ve bunu uygulamak için gerekli bilgi ve birikime sahip bir yönetmenin eksikliği de çok fark ediliyor
Her yeni kurulan tiyatro haberi bir müjdedir, bunla başlamalı söze. ‘Tiyatrocuların mahallesi’ diye bilinen Cihangir’in oyunculuk atölyesi Craft da kendi içinden bir tiyatro doğurmuş, yolu açık olsun. Üstelik bir batında iki oyunla başlamış hayatına: Çarşamba ve perşembe günleri ‘Uğrak Yeri’,
cumaları ‘Kayıp’. Birincisi, Dot’un ‘Kürklü Merkür’üyle tanıyıp onun takipçisi 0.2’den ‘Korku Tüneli’ ve ‘Kainatın En Hızlı Saati’, son olarak da Yan Etki’den ‘Cam Yapraklar’ oyunlarını izlediğimiz Philip Ridley’e ait. Diğeri de Mehmet Ergen’in sahnelediği ‘Şeylerin Şekli’nden beri gözbebeklerimizden biri olan Neil LaBute’e. Bu ilk iki tercihten tahmin ediyoruz ki, daha çok ‘in-yer-face’ metinleri izleyeceğiz Craft’ta da. İtirazımız yok da, Allah özellikle Philip Ridley’e uzun ömür ve kalemine kuvvet versin demekten alamıyorum kendimi. Topu topu dokuz oyunu var çünkü şimdilik.
Çağ Çalışkur’un yönettiği, tiyatronun kurucularından Şenay Gürler’le Deniz Karaoğlu’nun oynadığı ‘Kayıp’ı henüz
İstanbul Şehir Tiyatroları’nın eyleminde beni en çok Çarşı pankartı etkiledi. Meseleyi bir avuç ‘tiyatrocu’nun meselesi olmaktan çıkarttığı için. “Çarşı tiyatroların özelleştirilmesine de karşı” başlığı, sanat sayfalarına şöyle bir bakıp geçenlerin bile dikkatini çekmeyi başardı
Sevinç Erbulak’ın Sadri Alışık Ödül Töreni’nde söylediği gibi, “24 saat tiyatro konuşulan bir ülke olduk.” Bu arada geceyi canlı yayınlaması beklenirken, son dakikada fikir değiştirip ertesi gün bütün protesto konuşmalarını keserek banttan yayın yapan TRT Türk’ü kutluyorum. İnce iş, büyük başarı. Yine o ödül töreninde, Sidikli Kasabası Müzikali gençlerinden birinin dediği gibi de, “Elindekinin kıymetini anladı” herkes ve kaybetmemek için uğraşıyor. Aslında bu ‘herkes’te düğümleniyor bütün mesele. Önceki gün, İstanbul Tiyatro Festivali’nin açılışından önce, Lütfi Kırdar ile Harbiye Muhsin Ertuğrul Sahnesi’nin arasındaki meydan yine tiyatro sanatçılarıyla doluydu. Şehir Tiyatroları’nın yeni yönetmeliğiyle başlayıp tiyatroların özelleştirilmesi noktasına varan süreçte sıkça gördüğümüz bir manzara.
İstanbul Şehir Tiyatroları’ndaki yönetmelik değişikliğiyle başlayan kriz, farklı boyutlar kazanarak bütün tiyatro camiasına yayılır ve ‘Devlet eliyle tiyatro olur mu, olmaz mı?’ sorusu tartışılırken, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin sitesine bir haber düştü. Başlık: “İBB kültür merkezlerinde üç büyük oyun, 100 seans”
İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür Müdürlüğü yeni bir proje başlatmıştı; ‘100 Oyun’ adıyla. Mayıs-haziran aylarında başlayacak üç farklı oyun, 2012 yılı sonuna kadar
100 seans gösterilecekti. Necip Fazıl Kısakürek’in ‘Bir Adam Yaratmak’ı, Cevat Fehmi Başkut’un ‘Harput’ta Bir Amerikalı’sı ve Lyubomir Simoviç’in bir Boşnak halk destanından yola çıkarak yazdığı ‘Hasan Ağa’nın Karısı’.
Kültür A.Ş’nin üç oyununun kadrolarında da hem dışarıdan, hem İstanbul Şehir Tiyatrosu’ndan sanatçılar var. Örneğin ‘Bir Adam Yaratmak’ın yönetmeni, daha önce bu oyunu Şehir Tiyatrosu’nda da oynamış olan Bora Seçkin. ‘Hasan Ağanın Karısı’nın dekor-kostüm tasarımında İstanbul Şehir Tiyatroları’nın eski genel sanat yönetmenlerinden Nurullah Tuncer’in imzası var. Yönetmen de Tuncer’in daha önce Kosova Devlet Tiyatrosu’nda birlikte çalıştığı Rahim Burhan. ‘Harput’ta Bir
Yeşilay Başkanı, Behzat Ç.’yi ihbar ediyor; “24 saat içki ve sigara içen, argo konuşan kişi, Türk polisini temsil edemez” diyor. Sanki bu bir dizi değil, Polis Teşkilatı tanıtım filmi!
Bir tane diğerlerinden farklı, sahici dizimiz var ya, sürekli onunla uğraşmak farz bu memlekette. Bülent Arınç’ın dikkatle izlemeye aldığı Behzat Ç., şimdi de Yeşilay Başkanı Muzaffer Balcı’nın hışmına uğramış durumda. Diziyi hem ihbar ediyor, hem infaz kararı da kendisi tarafından verilmiş durumda... “Göreceksiniz, yakında yayından kalkacaktır” şeklinde... “24 saat içki ve sigara içen, argo konuşan kişi, Türk polisini temsil edemez”miş çünkü. Sanki bu bir dizi değil, Polis Teşkilatı tanıtım filmi. İlla sapla saman karışacak, iki dirhemlik dizi izleme keyfi insanlara çok görülecek. “Halkın da tepkisine neden olan bu dizi yayından kalkacak” diyor sayın Balcı. Benim bildiğim Behzat Ç.’nin epeyce bir izleyici, hatta ciddi müdavim kitlesi var. Halk derken kimden söz ediliyor? Biz halk değil miyiz? Sanırım burada da Şehir Tiyatroları’na yöneltilen “Halkı dışlayarak tiyatro yapılmaz” suçlamasındaki ‘halk’tan söz ediyoruz ve ben onların kim olduğunu bilmiyorum. RTÜK ve Belediye Meclisi üyeleri