Baharın gelip iki çiçeğin açması, üç tane genç insanın parklara bahçelere çıkmasıyla birtakım ‘yetkili’ ağızların atıp tutmaya başlaması bir oluyor
Çok rahatsızlar gençlerin gezip tozmasından, mazallah aşık olmasından... “Efendim, ortalık fuhuş yuvasına döndü, tutamıyoruz bunları, öpüşüyorlar inanır mısınız?” Çocukları yaka paça emniyete götürmeler, otobüslerden indirmeler, sözle taciz edip yetmezse tartaklamalar... Nasıl bir durumdan kendine vazife çıkarma halidir, nedir onları bu kadar rahatsız eden, bir anlasam...
Bir günden bir güne kendisini ‘milliyetçi’ diye tanımlamayan Ayten Alpman, müziğe ömür vermiş bir büyük ses. Ama ne acayip, bir şey sana yapışıyor ve sen sürekli reddetsen bile, arkandan geliyor
Beş yıl önce ‘Bir Başkadır Ayten Alpman’ albümünü çıkardığında tanışmış-konuşmuştum Ayten Alpman’la. Hesaba göre 78 yaşında oluyor; ben bu kadar genç, bu kadar hoş ve havalı bir kadın az gördüm. Her zamanki gibi incecik, ağzında hiç düşmeyen sigarası, o ‘tarazlı’ sesi... Ayrca çok komik ve espriliydi. Aşklarından da, evliliklerinden de konuştuk, hayatının pek çok alanından da... Kimseyi kırmak istemediği için hayatını yazmaktan vazgeçmişti ama konuşurken fazla da frenlemiyordu kendisini, ya da bu frenleyen haliydi belki, bilemiyorum.
Onu kaybettiğimiz gece, sosyal medyada ikiye ayrıldı insanlar... Ayten Alpman’a bir tür Müşerref Tezcan muamelesi yapmaya çalışanlar (Bayrak giyip ‘Türkiyem Türkiyem Cennetim’i söylediğini hatırlıyoruz, değil mi?) ve onun ‘Memleketim’ şarkısıyla tarif edilmesine karşı çıkanlar.
Ben de ikinci kategoriye giriyorum, çünkü Ayten Alpman’ın Kıbrıs çıkarmasıyla özdeşleşen ve ancak o zaman ünlü olan o şarkıya gelene kadar ve sonrasında da, çok sağlam parçalar
İstanbul Şehir Tiyatroları’nda sahnelenen ‘İstanbul Efendisi’ kim bilir kaç sezondur oynanıyor ve hâlâ tıklım tıklım.
Şehir Tiyatroları’nda yönetmelik değişikliği kurum sanatçılarının isyanıyla karşılaşırken, bir yanda da tehlikeli sesler yükseliyor... Twitter’da gördüm önce, “Ne sandınız, artık bizim zamanımız geldi” temalı tehditkâr çıkışları. Her alanda olduğu gibi gene bir ‘biz’ ve ‘siz’ çarpışması... “Yıllardır siz hüküm sürdünüz, şimdi sıra bizde” gibi bir tuhaf iddia...
Şimdi Türkiye Yazarlar Birliği (TYB) İstanbul Şubesi de katıldı bu koroya bir açıklama marifetiyle. Başlıkları çok hoş, çok demokratik görünüyor: “Şehir Tiyatroları Hepimizindir.” Ama bakıyorsun, sanata belediye müdahalesinin ne kadar yerinde ve gerekli olduğunu savunan bir bildiri bu. Adına ‘yazarlar birliği’ diyen bir meslek örgütü, bir başka meslek kolundaki insanların kendi işlerini yaparken fazla özgür olmasından rahatsız. “İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne bağlı olarak faaliyet gösteren Şehir Tiyatroları’nda adeta belediyenin hiçbir tasarrufu olmayacak şekilde yönetim şekli geliştirilmiş, tiyatro belli kesimin emrine verilmiştir.”
Pardon, bu nasıl olmuştur ki? genel sanat yönetmenini atayan
Şehir Tiyatroları’nda yaşananlar sonrası aklım 10 yıl öncesine gitti. Şükrü Türen’in genel sanat yönetmenliğinden beklenmedik bir şekilde alınıp yerine Nurullah Tuncer’in getirilişine... Sonra arşivleri taradım, bakın neler buldum
İstanbul Şehir Tiyatroları’nda tepeden inme yönetmelik değişikliği nedeniyle kıyametler kopar, kurum sanatçıları ‘tiyatroyu tiyatrocular yönetir’ gerekçesiyle yetkilerin bürokratlara devredilmesine karşı çıkarken benim aklım hep eskiye bir yerlere gitti geldi. Tam adını koyamadım önce, ama bu süreç bana Şehir Tiyatroları’nın başka bir dönemini hatırlatıyordu.
Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş, “Sanatçılarımızla birlikte çalıştık yönetmelik üzerinde” dediğinde daha kuvvetlendi bu duygu. Önce “Hadi canım” dedim, sonra pek çok kişi gibi “Kim peki o sanatçılar?” diye sordum.
Sonra Cumhuriyet gazetesinde Şehir Tiyatroları’nda iki dönem genel sanat yönetmenliği yapmış Nurullah Tuncer’in konuyla ilgili söylediklerini okudum. Ortalık yangın yerine dönmüşken “Çok önemli bir şey değil” diyordu Tuncer, “Uygulamaya bakmak lazım.”
Bir anda o ‘ben bunu daha önce yaşamıştım’ duygusu ete kemiğe büründü. Tam 10 yıl öncesine, 2002 senesine gitti
Oyun Atölyesi’nde izlediğim ‘Antonius ile Kleopatra’nın tartışılacak yanı yoktu. Tarihi atmosfer ne olursa olsun, büyük bir aşk hikayesi izledim
Aşkının derecesini belli etmemeye, hep küçük oyunlarla sevgilisinin ilgisini ayakta tutmaya çalışan bir kadın: Kleopatra. Her defasında o oyunlara gelen, önce öfke nöbetlerine kapılıp sonra büyük aşkının gözünde bir damla yaş görünce yelkenleri suya indiren bir erkek: Antonius.
Shakespeare’in bizde pek kıymeti bilinmemiş ‘Antonius ile Kleopatra’sı, aşkı mı, tarihi mi öne çıkardığı tartışılagelmiş bir oyun. Oyun Atölyesi’nde Kemal Aydoğan’ın rejisiyle izlediğim ‘Antonius ile Kleopatra’nın ise bence tartışılacak yanı yoktu, tarihi atmosfer ne olursa olsun, bir büyük aşk hikayesi izledim. Evet, elbette Antonius’un Sezar’la iktidar mücadelesi de, bu uğurda dönen dolaplar da var ama işin odağındakiler, dışarıda kıyamet kopsa da, birbirlerinin kollarına koşunca “Şarap getirin” deyip dünyayı unutan iki aşık... Nitekim Antonius da dile getiriyor, kazandığının-kaybettiğinin teferruat olduğunu, Kleopatra’sının bir damla gözyaşı karşısında...
Su gibi akıyor
Dört buçuk saatlik oyun, Kemal Aydoğan’ın altın makasıyla 1 saat 50 dakikaya
Ölüm halinde dinmeyen, hatta “Nasıl olsa karşısında artık bir muhatabı yok” diye kabaran öfkeyle, en çıplak haliyle Ahmet Kaya bu diyardan gittiğinde karşılaşmıştım. Daha da toyum, insanın kötülüğünün, acımasızlığının ne derece sınır tanımaz olduğunu bilemeyecek kadar... Bir internet sitesinde editörlük yapıyordum ve gencecik yaşta arkasında sadece şarkılar-türküler bırakıp gitmiş, hiç cana kıymamış, hiç cana kastetmemiş bir adamın ardından kin kusanların mesajlarını silmem saatler sürmüştü. Bir zil takıp oynamadıkları kalmıştı, bu vakitsiz ölümün ardından. ‘Cezasını bulmuştu’ işte. Kürt olmanın, doğuştan ‘onlardan’ olmamanın, ana dilinde şarkı söylemeyi hayal etmenin cezasını...
Aziz Nesin gittiğinde de aynı şey olmuştu da, o zaman bu kadar sayısız değildi, nefret saçmanın yolları. Sosyal medya geliştikçe ağzına geleni söylemek de kolaylaşıyor, çok şükür. Aziz Nesin’in boyunu geçen kitapları, okuttuğu, büyüttüğü yüzlerce çocuk susturamadı onun ‘dinsiz’ diye çoktan, hatta aslında Sivas’tayken yakılarak ölmüş olması gerektiğine inananları. Hâlâ da susmuyorlar, ilginçtir, Aziz Nesin 17 senedir yok, birileri onu okumaya, diğerleri de ondan nefret etmeye devam ediyor.
Benze
Birçok yayına röportaj veren Cem Yılmaz-Ferzan Özpetek ikilisi de bunu söyledi defalarca. Ben Yılmaz gibi bir ‘star’ın hiç gocunmadan, sevdiği, saygı duyduğu bir yönetmenin filminde ufak sayılabilecek bir rol oynamasının çok takdir edilesi olduğunu düşünüyorum
Bilinmedik bir şey değil ama konuyla ilgili yazıları okumayıp sadece afişlerine bakarak, Ferzan Özpetek’in yeni filmini görmeye niyet edeceklere bir uyarıyla başlamak istiyorum söze: Eğer ‘Şahane Misafir’e bir Cem Yılmaz filmi niyetiyle gitmeyi düşünüyorsanız hemen vazgeçin. ‘Artist’ filminden çıkıp “Ama bu hem siyah-beyaz hem sözsüz” diyerek bilet parasını geri isteyen Demet Akalın’a dönmeniz işten değil.
Çünkü Türkiye piyasası için Cem Yılmaz’ın ön planda olduğu afişler -hatta tek başına göründüğü billboard’lar- hazırlanmış olsa da, kendisi hayli geri planda filmde. Dediğim gibi, bu sürpriz değil aslında. Birçok gazete ve dergiye birlikte röportajlar veren Yılmaz-Özpetek ikilisi de bunu söyledi defalarca. Üstelik ben Cem Yılmaz gibi bir ‘star’ın hiç gocunmadan, sevdiği, saygı duyduğu bir yönetmenin filminde ufak sayılabilecek bir rol oynamasının çok takdir edilesi olduğunu düşünüyorum.
Evet, filmin tek bir başro
Onu ‘meslek hayatımın okulu’ kabul ettiğim Radikal İki’nin kapısından girdiğim gün tanıdım. Bu kadar çok şeyle aynı anda ilgilenen ve hepsinin de hakkını veren birini hiç tanımamıştım ve daha sonra da tanımadım zaten. Sinema bilir, müzikten, özellikle cazdan anlar, sporun her dalını takip eder, polisiyede rakip tanımaz. Bütün bu alanlarda kalem oynatır, bir de üstüne şahane bir çevirmendir.
Sevin Okyay, o dönemde uzun beyaz örgüsünün ucuna bebekli tokalar takan bir ‘kız çocuğu’ydu ama herkes için Sevin Abla’ydı. Beni ilk hayrete düşüren özelliği hem Q, hem F klavyeyi on parmak yazabilmesi, bunu yaparken önüne hiç bakmaması, bir de üstüne sağa sola laf yetiştirebilmesi olmuştu. “Beyninin kaç kompartımanı var acaba?” diye düşündüğümü hatırlıyorum. Ondan sonra zaten orada küçük bir ansiklopedi saklı olduğunu görmüş oldum.
Dediğim gibi bir eşini daha hayatta görmediğim, bir zaman mesai arkadaşı, her daim festival yoldaşı olmaktan gurur duyduğum Sevin Okyay’a İstanbul Film Festivali, onur ödülü verdi bu yıl. Kimse alınmasın ama kaç kişinin ödülü bu kadar çok insanı kendisi almış gibi sevindirmiştir, bilemiyorum.
Baharların açışıyla festivalin gelişini aynı