Facebook ile hepimizin hayatına bir kavram yerleşti ya hani: ‘It's Complicated’. Nedir? Oradaki profil sayfanda kendinle ilgili bilgileri ele güne ilan ederken bir soru da 'İlişki durumun'. Seçenekler, 'yalnız', 'evli', 'nişanlı', 'ilişki içinde' ve ‘it's Complicated’, yani 'karmaşık'. "Biri var diyemem, yok da diyemem, ne idüğü belirsiz bir durum var", işte öyle...
Herkes o soruya cevap verecek ve dürüst olacak olsa epeyce insanın işaretleyeceği seçenek aslında. Zamane ilişkilerini çünkü nasıl isimlendirsen olmuyor, hangi kaba koysan dolmuyor. 'Karmaşık' işte.
Bu haftanın filmlerinden birinin de adı bu: 'It's Complicated'. 'İlişki Durumu: Karmaşık' diye çevrilmiş Türkçemize. Başrollerde Meryl Streep, Steve Martin ve de Alec Baldwin. Yani bir 'orta yaş' aşk üçgeni söz konusu. Hem de film bu ya, ortak kenar kadın. Yazarı ve yönetmeni Nancy Mayers sağolsun, daha evvel de 'Something's Gotta Give'de Diane Keaton'ı Keanu Reeves ile Jack Nicholson arasında paylaşılamayan kadın yapmıştı. O da olmasa belli bir yaşı geçen kadın oyuncular sadece babaanne rollerine mahkum olacaklar, bence ondan bir tane de Türk sinemasına lazım.
Şehrimize üç gündür lapa lapa kar yağarken dinlemekte olduğum iki albümden söz etmek istiyorum bugün. Aslında üç, ama üçüncüsü 'Acı Aşk' filminin müziklerinden bazıları olup ne yazık ki toplu halde piyasada bulunmamakta. Ama mesela Emiliana Torrini’den 'If You Go Away'i, muhteşem Dresden Dolls’dan da 'Miss Me'yi dinleyerek filmin arızalı havasını soluyabilir, Levent Yüksel’in de tez zamanda 'Seni Yakacaklar'ı bir albümüne koymasını umabilirsiniz.
Dinlediğim ikinci albüm, geçen yaz Uluslararası Caz Festivali kapsamında Esma Sultan’da izleme şansına sahip olduğum ‘isot sesli’ Yasmin Levy’den 'Sentir'. Artık tanıyoruz Yasmin Levy’yi, hele hele İbrahim Tatlıses ile canlı yayında yaptığı 'Seni Sana Bırakmam' düetinden sonra. Tabii böyle tanıtmak haksızlık, The Guardian kendisini 'Dünya müziğinin yeni süperstarı' diye sunarken ama...
Manisa’nın İzmir’e çok yakın bir kasabasında dünyaya gelen müzisyen Itzhak Levy’nin kızı olan Yasmin, babasının izinden yürüyor ve daha çok Flamenko ile harmanladığı Sefarad şarkıları söylüyor, Ladino dilinin yaşaması için bir misyoner gibi çabalıyor. Özellikle 2007 tarihli 'Mano Suave' albümünün satış rakamları onun bu çabasının hiç de boşa çıkmadığının
Macera dozu yüksek ‘Ejder Kapanı’nın başarılı oyuncu kadrosu (soldan sağa) Kenan İmirzalıoğlu, Berrak Tüzünataç, Uğur Yücel, Ceyda Düvenci ve Nejat İşler.
Muhtelif türlerde filmlerimiz olabildiği ve bunların ecnebi versiyonlarından bir eksiği olmadığı zaman o kadar seviniyorum ki anlatamam. Mesela yüzümüzde gerçek bir gülümseme yaratan çikolata tadında bir romantik komedi ya da insanı koltuklara yapıştıran bir gerilim olunca Türk sinemasında, ihya oluyorum.
Gerçi bizde bir adet var, mesela bir Amerikan filmine uygulamadığımız ameliyatı Türk filmlerine layık görüyoruz ve "Ne anlatmak istiyor bu şimdi?", "İçindeki mesaj ne?" diye diye tadını kaçırıyoruz işin. Bazen de çok derin bir mesaj içermeyip sadece iyi çekilmiş ve anlatılmış olabiliyor halbuki bir film ve sinema adına büyük keyif verebiliyor insana.
‘Seri katilimiz’i sevdim
Hani magazin programlarında milletin peşine düşerler de, gerekçesi hep aynıdır: 'Halk ünlülerin hayatını merak ediyor.' Madem ki 'halka mal oldunuz', yediğiniz, içtiğinizle, gezdiğiniz tozduğunuzla her anınızı, tüm varlığınızı armağan etmek durumundasınız 'sizi o yere getiren' kitleye.
Sevdiği bir ünlünün geceyarısı bir gece kulübünden kiminle çıktığını bilmek, insanın merakını ne kadar tatmin eder bilemiyorum, ama şu an elimde bir kitap var ki, birini gerçekten 'merak etmenin' karşılığını hakkıyla veriyor. Adı, 'Mazhar Olmak'. Kapağı kaldırdığımız anda öğrendiğimiz gibi, 'iyi bir şeye ulaşmak, ermek' demek. Mazhar Alanson'un kitabı. Nasıl isimlendirmeli bilmiyorum, bir tür resimli otobiyografi, bir günlük, bir hatıra defteri... Hepsi ve hiçbiri. "Böyle bir örnek olduğunu görmedim" diyor giriş yazısında, işte öyle bir şey.
Tasarımı, içindeki illüstrasyonlar, hepsi kendisine ait. Zaten Mazhar Alanson'un bünyesinde müzisyenliğin yanı sıra başka marifetler de barındırdığını bildiğimiz için şaşırtıcı değil.
Yazarak, çizerek, fotoğraflar yapıştırarak kendini anlatmış Alanson kitapta. Hele hele bir MFÖ hayranıysanız bulunmaz bir hazine var karşınızda. Hangi şarkı hangi koşullarda
Aylardır bir 'Paranormal Activity'dir gidiyor. Korsan DVD'leri elden ele geziyor, izleyen arkadaşlar izlemeyenlere anlatıyor. "Aman izlersen uyuyamazsın, filancanın günlerce gözüne uyku girmemiş" iddiaları, "Bari toplanıp izleyelim de korkarsak birbirimize destek oluruz" planları derken meşhur film sinemalarımıza geldi.
İlkgençlik yıllarında her ergen gibi korku filmlerine merak salmış, sonrasında hayatın yeterince gerici olduğuna kanaat getirip bu türden uzaklaşmış biri olarak 'Blair Cadısı'nı takdirle izlemiştim. Dolayısıyla 'ikinci Blair Cadısı vakası' olarak pazarlanan 'Paranormal Activity'den de umutluydum.
Ama tabii her şeyin ilki enteresan. Sonra az parayla çekmiş olmanın da, kan revan, in, cin, canavar göstermeden, gizemi sonuna kadar korumanın da çok esprisi kalmıyor. O ilk merakın yerini sürekli titreyen kameradan kaynaklı bir iç bulantısı ve 'artık bir şey olsa' isteği alıyor.
Önce bu birtakım arkadaşların uykusunu kaçırmaya muvaffak olan filmin konusunu özetleyelim, ki zaten özetiyle kendisi arasında çok büyük bir fark olmayacaktır: Kendileri uyudukları sırada evde çeşitli faaliyetler olduğunu fark eden genç bir çift, sağa sola kameralar döşeyip olan
Kaktüs de sigara yasağından sonra bütün mekanlar gibi dışarısı kalabalık, içerisi tenha bir yer oldu çıktı.
Perşembe akşamı Cihangir Caddesi'ndeki Kaktüs'e gidenleri bir sürpriz bekliyordu. Mekanın, semtin nispeten sakin caddelerinden birinde gizlenmiş, renkli ampullerle aydınlatılmış gizemli siluetine çok uygun bir sürpriz: Usta gitarist Sarp Maden, kontrbasta Matt Hall ve saksofonda Engin Recepoğulları'ndan akustik caz ziyafeti.
Gidenleri diyorum ama bahse girerim o gece orada olanlardan durumun farkında olmayanlar bile vardır. Çünkü Kaktüs de sigara yasağından sonra bütün mekanlar gibi dışarısı kalabalık, içerisi tenha bir yer oldu çıktı. Onun için haber veriyorum: Kapı önünde sobalar yanar ve soğuk işlemeyen ateşli bünyeler mütemadiyen tüterken, içeride Sarp Maden ve arkadaşları çalıyordu. Biz aldık sıcak şaraplarımızı, bunun o geceye uyacağı inancıyla, ve geçtik ön masaya. Anlatılacak gibi değil, bir perşembe gidilip yaşanması gereken bir deneyimdi. Çünkü şimdilik her perşembe saat 22.00 itibariyle oradalar.
Milliyet Sanat dergisinin bu ayki kapak konusunu seçmeye çalışırken Penelope Cruz önerisine burun kıvıranlardandım başta. Biz tamamı kadınlardan oluşan bir ekibiz ve dergi kapağına da güzel bir kadın koymakla misal Kenan İmirzalıoğlu koymak arasında gel-gitler yaşayabiliyoruz. Hemen hatırlatayım, Miraç Zeynep Özkartal’ın söyleşisiyle Kenan İmirzalıoğlu derginin kapağında değil belki ama içeride baş köşesinde.
Neyse, sonuç itibariyle kapağımız Penelope Cruz oldu, hem de çok güzel bir fotoğrafıyla. Ben ise Almodovar’ın yeni filmi “Kırık Kucaklaşmalar”ı görünce huzura erdim ancak. Çünkü Cruz’u izlerken insan ‘güzel bir kadın’ filan görmüyor artık, düpedüz çok iyi bir oyuncu görüp hayran oluyor. Pedro Almodovar da zaten onunla dördüncü kez kara kaşı kara gözü için çalışıyor olamaz değil mi?
Penelope Cruz, filmde babasının tedavisi için yardım istediği yaşlı patronuna borcunu ona hayatını vererek, metresi olup gözünün önünden ayrılmadan yaşayarak ödeyen Lena’yı oynuyor. Onunla röportaj yapan gazetecileri en çok ilgilendiren, aktrisin üç ayrı kişi olarak görünmesi olmuş. Önce sekreter kız Magdalena, sonra metres Lena, üçüncüsü ise, oyuncu olmak isteyen zavallı Lena’nın oynayıp
“Bana kendinle ilgili bir şey söyle”
“Söyleyecek bir şey yok ki”
Sürekli gençliğin kutsandığı bir dünyada ‘yaş almak’ insanı düşündürüyor zaman zaman. Mesela her doğum gününde ve yılbaşında. Gençlik ne kadar kıymetli olabilir? Eninde sonunda geçecektir bir, giderken muhtemelen beraberinde cehaletten gelen bir sürü sıkıntıyı, ‘olmamışlığı’, çiğliği götürüp paha biçilmez bir yaşam bilgisi bırakacaktır, iki. Tabii değerli zamanınızı ‘geçici’ olanı besleyip korumaya adamadıysanız.
Yazının başındaki diyalog, 'Aşkım' (Cheri) filminden. Christopher Hampton, Colette’in unutulmaz romanını beyazperdeye uyarlamış, Stephen Frears çekmiş. Çok sevdiğim romanlar gibi bu da filme aktarılınca eksilmiş bence ama gene de şarap kıvamında bir Michelle Pfeiffer’ı Lea olarak izlemek hoş. Romanı okumamış, filmi görmemiş, konuya vakıf olmayanlar için özetleyelim: 'Cheri' tek cümleyle dört bir yanı kadınlarla çevrili olarak büyümüş bir delikanlı ile ondan 24 yaş büyük Lea’nın ilişkisini anlatıyor.
Hayat bilgisi bakımından son derece zengin bir kadın olan Lea, “Bana kendinle ilgili bir şey söyle” dediğinde söyleyecek şey bulamayan bu toy delikanlıyı elleriyle büyütüp hoş bir genç adama dönüştürerek