Gazetelerde bir haber vardı önceki gün “Kendi düğününde garsona aşık oldu” başlıklı. Milliyet.com.tr’ye gelen yorum sayısından anlaşılacağı üzere en çok ilgi gören haberlerden biriydi üstelik... İngiliz Andrea McMillen, sevgilisi Carl Taylor ile Küba’da evlenirken garson Jose’ye aşık olmuş, ülkesine döner dönmez boşanma davası açmış.
“Carl’a düğün öncesi şüphelerim olduğunu söyledim” diyor. Ama aldığı cevap “Bunlar evlilik öncesi tereddütler, evlenince geçer...” imiş. Evli arkadaşların bu açıklamaya tepkisi “Kimin yoktur ki...” oldu. Şaşırdım. Peki tereddütler içinde nikah memurunun karşısına oturma inadı neyin nesi?
Evlenince seversin
“Nikahta keramet olduğuna” inanan bir toplumun çocuklarıyız tabii. Bizde meşhur bir laf vardır ya, “Evlenince seversin...” derler.
İnsanı çok sevdiği birinden bile bezdirme potansiyeline sahip bir müesseseye bu misyonu yüklemek fazla iyimserlik olmuyor mu? Bu yüzden mi bu kadar
“Düzenli olarak gözlemlediğimiz bir olay hep anlaşılmaz kalıyorsa sorun olayda mıdır, yoksa gözlemleyen bizlerde mi?”
Giriş yazısında bu cümleyle karşılaşana kadar son dönemde pıtrak gibi artan erkekler için kadın çözme kılavuzlarından biri daha diye baktım elimdekine.
Kaldı ki artık çok da sıkıldım bu ‘anlayamama’ muhabbetinden. Bu konuda çok şahane bir yaklaşımla karşılaştım geçen gün bir oyunda: “Dünyanın yarısıyla sorunun varsa bu sende bir sorun var” diyordu...
Evet ya, hem dünya nüfusunun yarısıyla ‘anlaşamayıp’ hem de kendini doğru kabul etmek biraz tuhaf gerçekten. Tabii ki bu iki cins için de geçerli ama boynunda ‘anlaşılmazlık’ yaftasıyla dolaşan genelde bizizdir ya...
Söz konusu oyunun adının “Kız Tavlama Sanatı” olduğunu, yazarının tabii ki bir kadın, Rebecca Gilman olduğunu, İstanbul’un yeni tiyatro mekânı Talimhane Sahnesi’nde üç kerecik oynandığını söyleyeyim önce. Bu senenin en heyecan verici oyunu olan “Şeylerin Şekli”nin
“Annem bana küçükken bu şarkıyı söylerdi... Kim bilir kaç çocuk anne babasından bu şarkıyı dinlemiştir! En kötü şarkı seçemezsiniz onu...”
Bu, BBC’nin internet sitesinde yayınlanmış bir okur yorumu. Okurumuz nereden? Zambia’dan! Ve diğer itirazlar: İsviçre’den, İrlanda’dan, İsrail’den, ABD’den... “Bu şarkıyla anılarımız var!”
Söz konusu şarkı nedir? “Ob-la-di, Ob-la-da”. Bir ankette ‘en kötü şarkı’ seçilmiş, okurlar ayağa kalkmış. 1968 tarihli şarkı, grubun en şahane şarkılarından biri değil kuşkusuz ama en coşkulularından olduğu kesin... Dinlerken “Haydi hep bir ağızdan söyleyelim” diye birlik beraberlik duygusuna kapılmanız işten değil. Yanınızdakinin koluna girip zıplayarak dönmeye başlarsanız da şaşırmayın. Öyle bir şarkı bu...
Kıyafet değil müzik
Ama herkes için değil anlaşılan. 23 Nisan gene muhtelif kısa etek, açık göbek haberleriyle geldi ya, bir şahane ‘uygulama’ örneği de Kartal’daki Atatürk İlköğretim Okulu’ndan...
Fok Badem’le ilgili gördüğüm her haber yüreğimi ağzıma getiriyor. Genelde “Badem gene birini ısırdı”, “Bademin sinirinin sebebi ne?” gibi başlıklar atılıyor.
Sanki bir magazin figüründen söz edilir gibi... “Gene kendisini çekmeye çalışan gazeteciyi tartakladı”... Ve hep beraber çözmeye çalışıyoruz hayvancığın ‘gerginliğinin’ sebebini...
Bilmeyen varsa hatırlatayım, Badem bir Akdeniz foku. 2006 kışında Didim’de bulunduğunda yavruydu, 5 ay kadar uzmanlar tarafından bakıldıktan sonra 28 Nisan 2007’de 70 kiloluk sağlıklı bir genç olarak ‘doğal ortamına’, yani denize salındı. Hem de törenlerle...
Nankör fok
Ama kendisi Sualtı Araştırmaları Derneği’nin açıklamasına göre ‘en sevdiği balıklar buralarda bol bulunduğundan’ Datça - Bodrum civarından pek ayrılmıyor. Şu anda 2 metre boyunda ve 150 kilo. Arada karaya çıkıp kanoların üstünde uyuyor, görüldüğü her sahilde bir heyecan dalgası, bir “Hoşgeldin Badem” durumu ama işte gelin
“Filiz Akın’ın yavrularını gördünüz mü, çok güzeller...” “Ya, pek de sakin bir anne oldu, yaklaşanlara ses etmiyor hiç...”
Bir kafede otururken bu konuşmaları duysanız ne düşünürsünüz? Devamı da “Sevda Ferdağ da doğurmuş”, “Sahi mi, kaç tane?” diye gelse... O sırada da yanınızdan salına salına Neriman Köksal geçse...
Biraz tuhaf farkındayım ama inanın gerçek. Yer Cihangir Kaktüs, adı geçen şöhretler de birer kedi...
Cihangir’in asıl sahipleri kediler, bu kesin. Ama cömertler, alanlarını bizimle belli ölçüler içinde paylaşıyorlar. Biz de onlara ikramda bulunuyoruz tabii. Adım başı bir mama kabı, her apartmanın önünde su dolu kaseler var.
Kedi seven mekan
Kaktüs ise zaten İstiklal Caddesi’nde açıldığında da adını kedisinden almıştı. Dünya tatlısı, bir o kadar da aksi, burnundan kıl aldırmayan bir arkadaştı kendisi. Canı ister zorla sevdirir, istemez, kalk yanımdan diye iteler seni. “Ben müşteriyim, haklıyım” de istersen,
Öyle nazik bir davetti ki, kıramadım, güneşli bir Cihangir sabahında Kaktüs’ün yolunu tuttum... Hava güzeldi, cadde huzurlu, bizim konu başlığımız son derece sevimsiz... “Rahim ağzı kanseri”. Yani bir sabah kahvesi davetine ayaklarımın geri geri gitmesine şaşmamalı.
Fakat konuştukça aydınlandı, öğrendikçe ürkütücülüğü azaldı sanki. Duymadıkça, bilmedikçe tehlikeyle burun buruna yaşıyorduk. Kadınlarda en sık görülen ikinci kanser türüydü, iki dakikada bir bir kadının ölümüne neden oluyordu.
Kuşkusuz bu verilerde insanın içini rahatlatacak bir yan yok. Ama ne var biliyor musunuz, bu kansere karşı elimiz kolumuz bağlı değil. Daha doğrusu, bundan ‘korunmak’ mümkün. Zira rahim ağzı kanserine bir virüs neden oluyor. Son derece bulaşıcı, 10 kişiden birinde görüldüğü ve 10 kadından 8’ini 50 yaşına gelmeden etkilediği bilinen bir virüs. Tabii aşılanmamışsa...
Utanılan hastalık
Yani biz kansere karşı önlem olsun diye hangi sebzeyi meyveyi yesek peşinde koşarken, en
Bir Hıdrellez daha geldi geçti. Biz yıllardır bu günü Ahırkapı şenliklerinde geçiririz. Gerçekten şenlikli geçer orada Hıdrellez. Hızır ve İlyas peygamberler yeryüzünde buluşurken bütün İstanbul da Ahırkapı’da toplanır adeta. Millet sokaklarda oynar, kimse kimseyi rahatsız etmez. Aksine hayatta yolu bile kesişmeyecek bir dolu insan akraba gibi olur tuhaf bir şekilde.
Bir de dilek ağacı vardır tabii, ne istiyorsan yazıp çizip asarsın saat 12’den sonra. Gerçi şimdi gidemeyenler için ‘online dilek’ olanağı da çıktı. İnternet sitesine giriyorsun, dileğini oraya yazıyorsun, senin için asıyorlar ağaca. Sen bir dilek dilemek için zahmet edip yerinden kalkma, sonra bekle ki Hızır isteğini yerine getirsin...
Suzan’ın bahçesi
Biz bu sene Ahırkapı’ya değil Suzan Kardeş’in Kazablanka Revan’da kurduğu Hıdrellez bahçesine konuk olduk. Gitmeden önce türlü talimat almıştık kendisinden. Yanımızda düğme, boncuk gibi bir küçük hediye, bir de dileğimizin resmini götürmemiz
“İnsanlar birbirini ya kumar masasında tanır, ya yolculukta” inancıyla ikinci kez demir aldı Milliyet gemisi geçen hafta. Bu kez istikamet Midilli’ydi, o en yakın komşu ada. Kendimizi tanıtmak ve daha yakından tanımak üzere konuk ettiklerimiz ise reklam verenler...
Doğrudur, birini tanımak için birebirdir yolculuk. Hele de gemi yolculuğu. Karayla, gerçek hayatla bağlantın yok, hiçbir şey için acelen yok. “Bir kahve içimi”yle sınırlanmıyor sohbetler. Karşılıklı çalıp duran cep telefonlarıyla bölünmüyor...
Bir de ‘aynı gemide’ olma duygusu var tabii. Seçenek yok, o yolu birlikte tamamlayacağız. İyi oynayan kazanmayacak, kimse kimseden daha önce varamayacak ‘hedef’e. Hatta bir hedef de yok, yol var sadece. Yan yana durmak yeterli bir dostluğun yeşermesi için.
Telaşsız sohbetler
Öyle de oldu nitekim. Deniz boyunca uzayıp giden telaşsız sohbetler ettik, aynı anda iyi birer anne olan çok başarılı genç iş kadınları tanıdım. Kadınların karşılarındakinin gözlerine bakıp hemencecik kalplerini açabilmelerine