“Erkekler pazarlık yapar, kadınlar çeker gider...” Ayşe Arman’ın köşesinde okudum, Hürriyet’ten NTV’ye geçen Neyyire Özkan’ın bu esprili sözünü. Hoşuma gitti, gitmenin edebiyatını değil kendisini seven biri olarak.
Tabii bunun kadın ya da erkek olmakla ilgisi var mı bilemiyorum, ama bir insan davranışı olarak birileri sürekli gitmekten söz ediyor, birileri de kapıyı çekip gidiyor, orası kesin. Millet de şaşırıyor, bu öncesinde hiç sözü edilmemiş gidişe.
Sürekli bir ayağı kapıdaymış gibi yaşayan insanlar vardır. Bir öbür tarafa geçebilseler neler yapacaklardır kim bilir... Yakınırlar ama inatla dururlar. Sanki birileri kafalarına silah dayamıştır bu - aslında - seçmedikleri hayata, işe, eşe ‘katlanmaları’ için.
Hoş bir hayal
Zincirlerinin yeterince uzun olduğu anlarda bir dolanır, kendi mülkiyet alanlarının dışında karşılarına çıkan hayatlara çarpar, bazen devirir, sonra koşa koşa gene güvenli kara sularına geri dönerler. Maazallah dışarısı tehlikelerle doludur, gitmek de olsa olsa
Bazı konserler sadece bir müzik etkinliği olarak geçip gitmiyor insanın hayatından. İz bırakıyor. Hatta bazı müzisyenler bunu her defasında yapıyor. Mesela ben, en depresif anlarımda Giora Feidman gelse de beni kendime getirse isterim...
Yaptığı müzikte değil keramet. Öyle olsa evde dinlemek de aynı etkiyi yaratırdı. Bu başka bir durum. Adam salona adımını attığı andan itibaren yumuşacık bir duyguyla sarılıp sarmalanmış gibi oluyorsun... Ve nasıl beceriyor bilmiyorum, sanki bir tek seninle muhattap oluyor o güruhun içinden... ‘Hayranlar ordusunun bir neferi gibi’ gibi değil, biricik ve değerli hissediyorsun kendini.
Ve bir buçuk saatin sonunda hayata karşı olumlu hislerle dolmuş olarak çıkıyorsun dışarı, tuhaf belki ama öyle...
Sezen Abla’nın evi
Bir de Sezen Aksu bırakıyor aynı etkiyi bende, onu fark ettim geçen gün. Ve bir konserde bile insana kendisini bu kadar iyi hissettiren şeyin adını koydum bu kez, ‘şefkat’. Aslında ben değil Sezen Aksu koydu.
Gene bir “Sezen ablanızın evine hoşgeldiniz” durumu vardı Açık Hava Tiyatrosu’nda. Bir sohbet
Ne kadar özenirim hayatta ne yapmak istediğini bilen insanlara... Daha ilkokulda kafalarına koyarlar doktor, mühendis, avukat olmayı, o yolda emin adımlarla ilerlerler.
Kimisi de benim gibi sürekli fikir değiştirir. İlkokuldayken “Hayvanları çok seviyorum veteriner mi olsam ben?” ile başladı serüvenim, sonra bir gün diplomat, bir gün avukat, her zaman oyuncu ve neyse ki gazeteci olmayı hayal ettim... Bunu da sanırım “Sekiz Sütuna Manşet” dizisindeki gazeteci Ümit karakterine borçluyum... Yani Attilâ İlhan’a.
Fakat ruh böyle çalkantılı olunca, üniversite için tercih yapma zamanı geldiğinde de apışıp kalıyor insan. Başka ülkede olsa gider bir bölüme kaydolursun, baktın hoşuna gitmedi, değiştirirsin. Bizde 18 gibi bir yaşta, hangi dersleri okuyacağını, ne olarak mezun olacağını ve bu olduğun şeyin seni mutlu edip etmeyeceğini hiç bilmediğin bölümleri alt alta sıralıyorsun, ne çıkarsa bahtına.
Şunu oku da...
Bir de üstelik “Sen şunu oku da, gene o işi yaparsın” eğilimi mevcut. Ben mesela, gazeteci olmak
Pazar günü evde oturmuş organik pazardan aldığım fasulyeleri ayıklıyorum, bir gözüm televizyonda, diğeri gazetede. Organik pazarla haşır neşir olmanın verdiği huzur Miraç Zeynep’in pazar ekindeki Ömer Madra röportajıyla yavaş yavaş dağılıyor.
Fotoğraflara bakarsanız Ömer Madra, Miraç Zeynep ve de kayıkçı Ahmet amca gülümseyerek Haliç’de dolaşıyorlar. Gelin görün ki okuduğunuz hiçbir cümle gülümsetmiyor sizi... Küresel ısınma konusunun ciddiyetini anlatmaya çalışmaktan dilinde tüy bitmiş vaziyette Madra’nın ve son derece umutsuz konuşuyor artık. “Kavruluyoruz” diyor, “dönüşü olmayan bir noktaya gelmek üzereyiz” diyor, anlayan var mı acaba?
Tekneyle komşuya
Tam o anda televizyonda bir habere takılıyor gözüm. Lüks bir siteden söz ediliyor, yapay ‘gölet’ler olacakmış içinde, komşuna tekneyle gidebilecekmişsin, o derece yani!
Muhabir “Nasıl dolacak bunlar?” diye soruyor, e haliyle şebeke suyu DA kullanılacakmış. Ama bir dakika! İyi bir
Geçen hafta Hürriyet’in ‘insan hakları’ treniyle dolaşırken, e-postamı açtım ve “Yalnızca siz sorarsanız hakları var” başlığıyla karşılaştım... Gönderen Özgün Öztürk... O sormuş ve cevapları bizimle paylaşıyor, hayvanlar dile gelmiş sayesinde: “Biz yemek değiliz, herkes bilsin”, “Bizler canlıyız, spor malzemesi değiliz...”, “Biz deney tüpü değiliz...”
Bu cümlelere eşlik eden fotoğraflara bakarken insanın kendi vahşetinden dehşete düşmemesi zor...
Örgütlenmenin zorluğu
Beş altı yıl önce tanımıştım Özgün’ü. Küçüklükten beri kulağı her tür yavru kedi-köpek sesine duyarlı bir çocuk olarak büyüyünce çantasında mama kavanozuyla gezen bir ‘deli’yi dönüştüm doğal olarak.
Ve bir gün kendim gibilerle biraraya gelip ortak bir şeyler yapayım dedim. Muhtelif hayvan hakları gruplarına yanaştım usul usul... Sonuç hüsran oldu. Gördüm ki konu ne derece ‘kutsal’ olursa olsun üç insan
Nihayet o pek havalı cümlelerden birini kurabileceğim: Bu yazıyı trende yazıyorum. Vardır ya iki şehir, iki ülke, iki kapı arasında yazı yazabilenler... Ben pek öyle sayılmam, özenirim bu beceriye sahip olanlara. Ama işte kaderde Erzurum garında “Gökyüzünde yalnız gezen yıldızlar” diyen Candan Erçetin eşliğinde yazı yazmak da varmış...
Hürriyet gazetesinin treniyle yollardayız iki gündür. 60. yılını kutlayan gazete ile İnsan Hakları Bildirgesi yaşıt olunca TCDD’nin de katkılarıyla ortaya bir “Hürriyet Hakkımızdır” treni çıkıvermiş. ‘Serhat kentimiz’ Kars’tan yola çıkıp 48 gün sonra döne dolaşa dura kalka Edirne’ye varacak bir tren. Her istasyonda tiyatrolar, konserler, sergiler... Maksat, insanlara ‘haklarını’ hatırlatmak.
“Kar” romanı ve Kars
İstanbul’dan gazeteciler ve sanatçılarla dolu bir uçakla geldik Kars’a... Kimimiz için Orhan Pamuk’un “Kar” romanı idi Kars, ‘gravyeriyle ünlü’ bir uzak diyar... Kars Kültür Evi’nde
Nihayet çıktı Sezen Aksu’nun “Deniz Yıldızı”... Ne en çok bekleyenlerdenim, ne de ilk dinleyenlerden. Zaten bir albümü kaç kişi ‘ilk’ kez dinleyebilir? Mesleğe başladığımda bize ilk öğretilenlerden biri ‘ilk’ iddiasından kaçınmaktı, sen “Türkiye’nin ilk bilmemnesi” dersin, ücra bir köşeden “Hayır, ben daha önce yapmıştım, buyrun” diyen biri çıkar. Ama bakıyorum şimdi kimse çekinmiyor “İlk ben duydum, ben dinledim, ben yazdım” demeye... Devir iddia devri...
Neyse, “Deniz Yıldızı” ama, bu ‘iddia’ devrinin albümü değil çok şükür. İçinde birden ‘patlayacak’ bir hit, yaz boyunca milleti tepindirecek bir şarkı yok. Tamam, fingirdek bünyeler için dokuz sekizlik “Roman” var, sonra Aksu’nun hemşehrilerine torpil geçtiği yakamozlu, yıldızlı, meltem kokulu “İzmir’in Kızları” var, ki yarım kan İzmirli olarak hiç itirazımız olmaz... Bir de İstiklal Caddesi’ni ilk günden inletmeye başlayan
Yıllardan sonra gene ÖSS benim için “Bir sınav daha böyle geçti, bilmem kaç bin genç ter döktü” haberlerinin ötesine geçti bu yıl. Neden? Çünkü o ‘bilmem kaç’ bin, net olmak gerekirse 1 milyon 530 bin gençten biri benim yeğenimdi ve ben de ‘anne yarısı’ olarak sabah 07.45 itibariyle olay mahallinde yerimi almıştım.
Gültepe’deki okulun açılışını iki pimpirikli ÖSS velisi olarak biz yaptık, sonra ‘kurbanlık’ arkadaşlar birer ikişer döküldüler. Omuzlar düşük, yüzler bıkkın... Hayatın bütün yükü sırtlarına binmiş gibi, ki haksız da değiller hani...
Sınav fena bir şeydir, hele hele böylesi ‘hayati’ anlam yüklenmişi... Aylarca çalışırsınız, her şey o iki üç saate bağlıdır. Uykunuzu alamasanız, başınız ağrısa, içiniz daralsa bitti işte... Koskoca (şan şöhret ve güç bakımından) Napoleon’un bile düşman kuvvetlerinden çok sınavdan korktuğu söylenir işte daha ne olsun?
‘Ötek