Tıp kadın kalbinden anlamıyor

17 Nisan 2008

Binamızda sağlıklı yaşam rüzgarları esiyor bu ara. Sigara yasağının hemen ardından bir “Kalbinize iyi bakın” konferansı düzenlendi örneğin. Ve doğrusu, Cleveland Clinic Kalp Damar Hastalıkları Departmanı Başkan Yardımcısı Prof. Dr. Murat Tuzcu’nun sözleri, en azılı tiryakiyi bile düşüncelere sevk edecek gibiydi.
Riski nasıl azaltırız, damarlarımızı nasıl koruruz derken, bir de kriz anında ne yapacağımızı öğrensek tamamdı. Zaten biliyorduk ki kalp krizi dediğin göğüs ağrısıyla, bulantıyla, terlemeyle kendini gösteren bir şeydi...
Ve fakat yanılıyormuşuz meğer. Hatta sadece biz değil, tıp da bir aymazlık içindeymiş bu konuda. Çünkü son yıllarda anlaşılmış ki bu sinyaller kadınlar için geçerli değil.
Çoğu zaman “Psikolojiktir hanım” diye geçiştirilen bir dizi sıkıntı, ciddi kalp-damar sorunlarına delalet olabiliyormuş meğer. Ve bugüne kadar kadınlara erkeklerle aynı teşhis ve tedavi yöntemleriyle yaklaşan tıp, acz içindeymiş kadın kalbi karşısında. 
Kadındır, alıngandır...
Bir gülüşme oldu bu bilgiden sonra

Yazının Devamı

İstanbul - Londra kâbus hattı

10 Nisan 2008

Son derece tedbirliydik aslında. Ahmet Kanneci konserini izlemeye ve Londra’yı fethetmeye hazırlanan beş kadın, “British Airways’le uçuyoruz, 5. Terminal sorunlu, aman el bagajlarıyla gidelim, valiz peşinde koşmayalım” demiştik. Naomi’nin başına gelenler bize ders olsundu.
Pazar saat 12.00’de Atatürk Havalimanı’nda gülen yüzlerimizle buluştuk. Akşam üstü Londra’ya inecek, soluğu Notting Hill’de alacaktık. Evet, Hugh Grant’in kitapçı dükkânında...
Sonra baktık ki uçuşumuzda iki saat rötar var. “Olsun” dedik... Notting Hill hâlâ bizi bekliyor - du.
Pasaport kontrolünden geçtiğimizde iki saat rötarın yerinde dört saat yazıyordu artık. Ve bizim yüzler düşmeye başlamıştı yavaştan. Ama hâlâ emindik akşam Londra’da olacağımızdan...
Gerekçe olarak hava koşullarından söz ediliyordu, kardan. Herhalde nisan ayında Londra karlar altında kalmış olmalıydı. Şansımıza teessüf ederek beklemeye devam ettik...
Sabrımız sınıra dayanırken uçaktaydık artık. Ve pilot konuşmaya

Yazının Devamı

Tüm dünya Livaneli şarkılarını söylüyor

6 Nisan 2008

Stockholm, 1970’lerin ikinci yarısı... Ülkesinden uzakta bir genç adam, ikinci plağını çıkarmış, sessiz sedasız yürüyor müzik yolculuğunda. Kendi deyişiyle “Kuyunun dibinde kalmış bir taş gibi” oturuyor köşesinde.
Diyorlar ki “Maria Farandouri senin şarkılarını söylüyor”. İnanmıyor, “Yalan söylüyorsunuz” diyor. Le Monde gazetesinin “Akdeniz’in Joan Baez’ı” diye nitelediği, Mikis Theodorakis ile birlikte rüzgar gibi esen Farandouri... Nereden duymuş olabilir ki Zülfü Livaneli’nin şarkılarını?
Ama sonra öğreniyor ki doğru. Farandouri bir yerde tesadüfen bu genç Türk bestecisinin şarkılarını dinlemiş ve repertuarına almış. Şarkıların dolaşım hızı insanlarınkinden kat kat fazla...
Sonra geliyor dostluk, birlikte söylenen şarkılar... Maria Farandouri bir ilk oluyor Zülfü Livaneli’nin hayatında. Ondan sonra şarkıları hep sınırları kendisinden önce aşıyor. Üstelik tamamen kendi kanatlarıyla uçarak. Bestecileri tarafından “zorlanmadan”...
Joan Baez’in sesinden

Yazının Devamı

Bellek emanetçisi

3 Nisan 2008

“Hafızasız toplum olduk”. Bu cümleyi kurmanın değil, ‘Hafızasız toplum’ klişesini kullanmak istemiyorum” demenin bile modası fena halde geçti aslında. Sadece dilimizde dolanıp duran bir yakınma bu, içi fena halde boşaltılmış bir laf.
Arada durup durup birbirimize mailler yolluyoruz, “Unutmamak - unutturmamak” adına. Bugün başka türkü söyleyen bir politikacının eski sözlerini, aynı zamanda ‘vicdansız’ da bir toplum olduğumuzu gösteren ‘faili meçhul’ kalmaya mahkum bir cinayeti, yıldönümü gelmiş bir ‘katliamı’ hatırlatan mailleri ‘dolaştırıyoruz’, rahatlıyoruz.
O gün için hafızalı ve vicdanlı biri oluyoruz...

Dörtyüzkırkdört
Bazen de birisi bir film çekiyor, bir oyun yazıyor son kullanma tarihi geçmiş belleklerimizi ‘tazelemek’ için. İki saat için hatırlıyoruz, hatırlamak huzursuz ediyor, fark ediyoruz. Ama unutmanın sonu daha fena, görüyoruz...
“Yerli oyun yazarı yetişmiyor” yakınmasının bir anti tezi olarak sürekli iyi işler

Yazının Devamı

Bu sabah sevinçle uyan...

27 Mart 2008

Bu haftaya ayrılık yazılarıyla başladık. Tuna - Yasemin Kiremitçi çiftinin ayrılığını yazarken kendi ‘gidişini’ de bildiren Ayşe Özyılmazel kadınların ‘durup dururken’ pat diye gidiverişini ve karşı tarafın buna şaşırışını pek güzel özetlemişti.
“Bir karar aldım! Bu kararımı çok sevdim. Bu sabah aynaya baktığımda gördüğüm kadını daha çok sevdim.” demiş, ne mutlu ona... Dünyanın en ferahlatıcı hissidir...
Ama bir türlü karar alamayanlar ya da o kararı bir türlü sevemeyenler... Özetle ayrılık acısıyla baş etmekte zorlananlar, ‘unutamayanlar’ ne olacak?
Nilay (Örnek) Cafe Milliyet’teki pazartesi yazısını ‘unutamama’ virüsü tüm bedenini sarmışlara ithaf etmişti. Oysa dediği gibi devir Demet Akalın, Hande Yener şarkıları devri, “Bir anda unuturum” devri... Bu unutuverme halinin güzel hatıraları da alıp götürdüğünde, efendi gibi acı çekmenin de ‘sevdaya dahil’ olduğunda kendisiyle hemfikir olmakla beraber, gene de fazlaca sürünmeye de gerek yok

Yazının Devamı

Elma şekeri

20 Mart 2008

Bir süredir “Her sokağa en az beş kafe”, “Kafesiz - barsız sokak kalmayacak” vaatleriyle önlenemez bir şekilde büyüyen güzide semtimiz Cihangir’deki yeni bir mekânın açılışına gittim geçen gün. Kaktüs, Baykuş derken bir de White Mill’imiz oldu artık...
Aslında epeydir vardı da, bir açılış partisi düzenlediler. Gayet hoş bir mekân, yemekleri pek güzel ve iyi haber, üstünüzün başınızın barbeküden çıkmış gibi kokmasına neden olan havalandırma sorunu çözülmüş...
Ama bizim konumuz başka, başlıktan anlaşıyacağı gibi... White Mill’in partisinin sonunda birdenbire ortalıkta yüzlerce elma şekeri peyda oldu. Etrafa saçılan neşeyi anlatamam...
Aman efendim, muhtelif ‘kandırma’ esprileri mi istersiniz, elinde şekerle fotoğraf çektirenler mi... Meğer herkesin ne çok hikâyesi varmış anlatacak, elma şekeriyle ilgili...

Zarf ve mazruf

Bir kere küçükken elma şekeri yiyememiş tek çocuk olmadığımı öğrendim. Çok albenili, gözalıcıydılar, Pamuk

Yazının Devamı