“Bir Türk kızı Kuzey Iraklı bir Kürt’e âşık olamaz, bu Türkiye için negatif bir propagandaya yol açabilir” abuk subuk tartışmalarının akabinde gösterime girdi “Gitmek”
Aslında tartışma bile denemez, Kültür ve Turizm Bakanlığı Tanıtım Genel Müdür Yardımcısı İbrahim Yazar’ın müdahalesiyle İsviçre’de düzenlenen ‘Culturescapes-Türkei’ organizasyonunun programından son dakikada çıkarıldı film. ‘Negatif’ propaganda riski ortadan kaldırıldı çok şükür...
Filmi cumartesi günü izledim. Baktım, sahiden çok yerinde olmuş bakanlık bürokratının müdahalesi.
Negatif propaganda...
Bir Türk kadının ne kocaman bir yüreğe sahip olabildiğini görecekti izleyenler. Bir insanı her şeyiyle sevebilme gücünü. Ruhunun ve bedeninin eşini bulduğuna inanınca dağları delebileceğini...
Hanım hanım oturup beklemeyi değil, bir atmaca gibi sevgisine sahip çıkmayı seçişini... ‘Kadın başına’ yollara düşmekten, hiç bilmediği ‘düşman saflara’ dalmaktan bir an bile korkmayışını...
Yakın zamanda gazetelerde çıkan “Hapı yut, travmayı unut” konulu haberlere göz ucuyla bakmış, çok da ilgilenmemiştim doğrusu. Gün aşırı “Bilim adamları şuna buna çare bulacak” diye okuduğumuz için belki... Bu kez ne yapıyordu meşhur bilim adamları? Hafızadaki istenmeyen anıları silecek bir ilaç geliştiriyordu, tıpkı Jim Carrey ve Kate Winslet’ın oynadığı “Sil Baştan” filmindeki gibi.
Ben o filmi de çok sevmeme rağmen yaşananları tüm güzel ve acı yanlarıyla muhafaza etme taraftarı olduğum için pek prim vermemiştim bu fikre. Fakat baktım, etrafta şu ara üç şey konuşulmakta: Bir, “Mustafa”, iki, “Issız Adam”, üç, ‘travma’ hapı.
Kırık anılar çöplüğü
Millet basbayağı bundan medet umar durumda. “Yakında ilaç gelecek acılar bitecek” hali.
Ben de doğrusu eskisi kadar canla başla savunamıyorum “Bizi biz yapan acılarımıza da sahip çıkalım” fikrini. Çünkü onların da eski anlamı kalmadı. Milletin her sabah, - üstelik hapsız mapsız - pırıl pırıl bir bellekle uyandığı bir dünyada her şeyi hatırlayıp beyni kırık anılar çöplüğüne çevirmenin alemi var mı?
‘Söz’ galiba hiç bu kadar gözden düşmemişti. Ağızdan çıktığı anda buhar olup uçuyor. Kısa süre önce bir psikiyatrla konuşurken
1992 imiş açılışı, bizim keşfetmemiz de hemen hemen o tarihlere denk gelir zaten. Hayal Kahvesi ile birlikte Beyoğlu’nun, hatta İstanbul’un sayılı canlı müzik mekanlarından biriydi.
Adı Jazz Stop ise de her tür müziğe açık oldu sahnesi. Zaten Moğollar’ın efsane davulcusu Engin Yörükoğlu’nun mekanıydı, müzisyenlerin uğrak yeriydi, her gece o sahnede başka bir sürpriz beklerdi gelenleri. Birkaç yıl öncesine kadar... Sonra yavaş yavaş müşterileri azaldı, sonra toptan kapattı kapılarını.
Jazz Stop, hüzün veren bir sessizlik döneminden sonra küllerinden yeniden doğmuş vaziyette şimdi. Haftanın yedi günü, saat 22.00’den sabahın ilk ışıklarına kadar ne sahne boş kalıyor, ne de bar...
Gecede iki grup
Bazen gecede peşpeşe iki grup çıkıyor, özel konserler oluyor. Tam bir müzik fabrikası orası. Bunu öncelikle perşembe geceleri grubuyla müthiş bir program yapan Güvenç Dağüstün’e borçluyuz. Aslında bir opera sanatçısı Dağüstün ve en çok Fazıl Say’ın “Nazım’ projesinden tanıyoruz onu.
Jazz Stop’ta ise Ortaçgil parçalarından Timur Selçuk bestelerine, “Sessiz Gemi”lerden “El Gibi”lere çok zengin bir repertuvarla çıkıyor sahneye. Ama en çok Polat Bülbüloğlu’nun “Gel Ey Seher”ini
Lisedeyken tuttuğumuz anket defterlerinde sorardık hani, “Issız bir adaya gitseniz yanınızda götüreceğimiz üç şey”... Hala anket defteri diye bir şey var mı bilmiyorum ama bizim ömrümüz üç maddeye bütün ‘hazinemizi’ sığdırmaya çalışmakla geçti.
Annem, babam, ablam, arkadaşlarım bir madde olsa, sevgilimi ayrı bir madde yapsam, kitaplarım, plaklarım, ıvırlarım zıvırlarımla beraber tamam ıssız adaya hep birlikte taşınabilir duruma gelirdik.
Bir zamanlar ıssız bir adaya düşecek olsa bütün hayatını taşımaya kalkan bizler, ne zaman kendimiz birer ıssız adaya dönüştük? Hem de öyle bir ada ki, biri gelecek olsa yanında diş fırçasını bile getiremesin, mümkünse yatıya kalmadan uğrayıp geçsin.
Mendiller hazır
Bu herhalde Çağan Irmak’ın bir zamane aşkını anlattığı son filmi “Issız Adam”la ilgili son yazım olur. Daha evvel setine gitmiş, yönetmenle röportaj yapmış ve filmden çok etkileneceğimi sezmiştim. Nitekim öyle oldu.
Zaten gösterimden önce baktım arka sırada ekipten olduğu anlaşılan birkaç genç adam mendil tedarik etme telaşında. Kararlılar, ağlayacaklar. Şimdi “Çok ağladık” diyerek filmin etkisini “Babam ve Oğlum” gibi gözyaşlarıyla ölçmek istemiyorum ama ağladık sonuçta.
Aral
Alt katınızdan geceler boyu korkunç çığlıklar gelse, aşağıya iner misiniz, yoksa kulağınızı tıkayıp uyumaya mı çalışırsınız? İndiniz diyelim, komşunuzu kurtarmak mıdır niyetiniz, yoksa uykunuzu bölen çığlıklarını biraz daha sessiz atmasını rica etmek mi?
Onun geceler boyu işkence gördüğünü fark ettiğinizde içinize siner mi sıcak yatağınıza dönmek? Ama ya işkence edenler iyi giyimli, ‘normal’ insanlarsa? Ya işkence ettikleri kadın ‘normal’ değilse? ‘Bizden’ değilse?
Dot’un büyük heyecanla beklediğim “Vur / Yağmala / Yeniden” projesinin ilk gösterisini ucundan yakaladım. Sekiz ayda tamamlanacak 18 kısa oyundan oluşan bir proje bu ve ilk iki oyunu, “Kayıp Cennet” ve “Dün Meydana Gelen Olayda...” Tünel’deki Bilsar binasında sergileniyor.
Sessiz kalmak...
Girişte Belediye binasına karşı oyuncularla birlikte kahve içiyor, kentin en büyük merkezindeki tiyatro salonları bir bir ışıklarını söndürmüşken bu binada yaşanan hareketin ne büyük nimet olduğunu konuşuyoruz.
Sonra ilk oyun başlıyor ve önce “Kayıp Cennet”in ortasında buluyoruz kendimizi. Hemen ardından gelen “Dün Meydana Gelen Olayda...”da ise dün içinde bulunduğumuz tiyatroda oyunculardan biri saldırıya uğramış, bizlerden
Gizli, saklı, şunlu bunlu bahçeler yoktu daha o zamanlar. Boğaz’a gider çay bahçesinde oturur, eğlenmek için belki Beyoğlu’nu tercih ederdin. Ağaçların altında sabah kahvaltısıyla başladığın tüm bir günü oradan kalkıp oraya devrilerek geçirip gece de Boğaz manzarasına karşı içkini içebileceğin tek bir mekan hayal bile edilemezdi. Ancak evinde rahat edebilirdin öyle. Tepene kimseler dikilmeden, ne zaman kalkıyorsun diye kimse gözünün içine bakmadan...
Sonra Arka Bahçe geldi. Rumeli Hisarı’nın tepelerinde bir yerdeydi, azıcık meşakkatli bir yolu, sağdaki soldaki evlerin şikayetleri nedeniyle park sorunu vardı. Ama kapıdan girerken bütün ulaşım güçlüklerini, trafiği gürültüyü patırtıyı dışarıda bıraktığın, zamanın durduğu bir büyülü yerdi.
Rahattı, çok rahat
Hiçbir zaman içeri girdiğinde herkes sana bakıyor sandığın - ya da gerçekten baktığı - mekanlardan olmadı. Morlara pembelere boyanmış tenekelerde çiçekler, sağdan soldan sarkan fenerler, mumlar, kelebekler, böcekler, muhtelif kitch objeler, hatta tuvalette insanı irkilten bir koca vitrin mankeni vardı. İki de şahane köpek, ki ikincisi benim ‘armağanımdır’ Arka Bahçe’ye, geri çevirmedikleri için her zaman minnettar
“Bu kadın bu adama niye aşık oldu yani? Nesine?” Son birkaç gördüğüm filmden kafamda bu soruyla çıktım hep, ki sonuncusu “Üç Maymun”. Bir diğeri Altın Portakal’da izlediğim “Gökten Üç Elma Düştü” idi. Öyle hikayeler anlatılıyor ki, her şey tamam da aşk ya da tutku, her neyse, bu derece nedensiz olamaz ki, ikna olmuyor insan. Ya da olmak istemiyor...
Tamam, Özdemir Erdoğan sayesinde “Sevgi anlaşmak değildir, nedensiz de sevilir” diye büyüdük ama bu kadar da değil herhalde...
Ortalıkta hiçbir etkileyici yanları olmadığı gibi bir de üstüne habire asan kesen, iten kakan birtakım adamlar ve onlara meftun kadınlar... Adamlar tabii ki evliler, çapkınlar ve hayatlarına giren kadın onlara yapışıyor ne hikmetse.
‘Kutsal’ aile
Raşit Çelikezer’in “Gökten Üç Elma Düştü”sünde Kürşat Alnıaçık’ın oynadığı banka müdürü adam mesela, yanında çalışan sevgilisini Malatya’ya sürdürüyor kurtulmak için.
Yani sevgililerinden birini... Bir diğerini ise tekme tokat dövüp yerlerde sürükleme yoluna gidiyor. Sebep? Kadının uzaktan adam, karısı ve kızından oluşan ‘saadet üçgenini’ izlemek, neye benzediklerini görmek istemesi... “Vay efendim, sen ne arıyorsun benim ‘kutsal’ ailemin civarında?”
“Sürekli onun yüzüne baktım” diyor, “Ama o kafasını kaldırıp benim gözlerimin içine bakamadı.” Pippa Bacca’nın annesi Elena Manzoni barış mesajı vermek için çıktığı yolu tamamlayamayan kızının katilinin gözlerini görmek istiyor. Kızının hayatta son gördüğü gözleri...
Murat Karataş bakmıyor ama Elena Manzoni’nin gözlerine. Baksaydı ne olurdu, birinin gözlerine bakmanın - bakabilmenin anlamı nedir onun için?
Bu tabii çok uç bir örnek ama zaman zaman yaşadığım, gördüğüm kimi olaylarda hep bunu merak ederim: Şimdi bu kişi benim - onun - şunun yüzüne nasıl bakacak? Gözlerine? Nasıl bir pervasızlıkla?
Tedavülden kalktı
Küçük yaşlardan “Gözüme bakarak söyle” diye eğitilmiş bir çocuk olduğumdan belki... Annem insanın gözünden bütün hikayeyi, söylediklerini ve söylemediklerini okurdu çünkü. Ya da beni buna inandırmıştı. Gözüne bakarak anlatamadıklarım gece bir bir kabus olarak dönerdi bana.