Geçen sezon, tiyatrolarda yaşanan hareketliliği değerlendirirken “Dot’u bu anlamda bir milat kabul ediyorum” demiştim. Abarttığımı düşünen olabilir ama hâlâ buna inanıyorum, Dot’un bir kapı açtığına ve ne mutlu ki o kapıdan pek çok yeni oluşumun, başka bir tiyatronun mümkün olduğuna dair umutların çıktığına.
Konservatuvardan mezun olan, memleketin uzak bir köşesine sürülmeden tiyatro yapmak isteyen bir dolu genç oyuncu için de bir adres Dot artık. Alternatif bir varoluş alanı.
Nitekim geçen yıl, Dot’un bugüne kadarki en kalabalık oyunu “Kürklü Merkür”de her biri diğerinden yetenekli sekiz gencin müthiş uyumlu ekip oyunculuğunu izlemiştik.
Uzun soluklu oyun
Bu sene, daha da kalabalıklaştılar, 35 kişi oldular ve Mısır Apartmanı’nın dışına taştılar. Tünel’deki BİLSAR Binası’na komşu gittiler. Bütün sezona yayılacak uzun soluklu bir ‘oyun’ için.
İngiliz yazar Mark Ravenhill’in 17 kısa oyunu ve NTV Radyo’da yayınlanacak bir radyo oyunu sekiz ay
Eylül geldi, ben ikinci kez Venedik’in yolunu tuttum. Eutelsat ve Eurovisioni’nin düzenlediği Hot Bird TV Ödülleri’nin jüri üyelerinden biri olarak. 11 senedir her sonbahar, uluslararası bir jüri toplanıyor, dünyanın dört bir yanından ‘tematik’ televizyon kanallarını değerlendiriyor ve başarılı bulduklarını ödüllendiriyor. Müzik, çocuk, belgesel, sinema, spor gibi 11 dalda veriliyor ödüller.
Bu benim ikinci seferim. Geçen yılki toplantılarda sıra Türk kanallarına geldiğinde heyecanlanıp ne diyeceğimi bilememiştim başta. Bizde ‘kendi çocuğunu övmek’ ayıptır ya hani...
Bizim çocuklar
Üstelik ‘bizim çocuklar’ da pek işimi kolaylaştırmıyorlardı doğrusu. İçeriği, yayın politikasını, program kalitesini filan tartışmıyorum bile. Bütün yapılması gereken kanalın özelliklerini anlatan bir demo hazırlayıp bunu bir DVD marifetiyle göndermek ve de birkaç basit soruyu cevaplamakken bunu bile hakkıyla yerine getirememiş olmamızdı mesele.
Beş İtalyan, iki İngiliz, bir Fransız,
Çağan Irmak’ın “Issız Adam” filminin setine yaptığım ziyaret son derece enteresan oldu benim için. Çünkü bu aralar bizim kuşaktan üç kadın biraraya gelince ne konuşuyorsa, vardı orada.
Bir türlü oldurulamayan ilişkiler, sorumluluktan, bağlanmaktan, hatta her şeyin iyi gitmesinden bile deli gibi korkan erkekler ve yalnızlık... Derin ve büyük bir yalnızlık. Çağan Irmak’ın geniş perdede daha da vurgulamak istediği küçücük insanın koskocaman yalnızlığı...
Ayrılık sahnesi
Çok hazin bir ayrılık sahnesiydi izlediğimiz. Hüngür hüngür ağlayıp haykırarak ağzına geleni söyleyen bir kız ve orada değilmiş gibi dikilip hiç tepki vermeyen bir adam. Belli ki tek isteği bu trajedinin bir an önce sona ermesi, kızın o evden sonsuza dek çıkıp gitmesi...
Ondan sonra hiçbir şey olmamış gibi devam edecek, eskort kızlardan, yüzeysel ilişkilerden mütevellit şahane hayatına. Bir an durup düşünmeden, mutlu olup olmadığını bile sormadan kendisine... Sevgisizlik kol geziyor, biz eğleniyoruz, hadi
Gazete yazılarını ‘okuttuğuna’ inandığımız en önemli unsurdur başlık. En fiyakalı, en çarpıcı başlığı atmak da gazeteciliğin şanından. Başlık ve spot tamamsa, yazımızın ‘satışını’ garantiledik demektir.
Bu yüzden ufak tefek çarpıtmalardan, röportaj yaptığımız adamın sözünde aynı kapıya çıkacağına inandığımız kimi değişikliklerden de kaçınmayız üstelik. Yazıyı okuyan ‘aslında’ ne demek istediğini anlayacaktır ne de olsa... Okursa tabii...
Tam da bu yüzden korkarım ben başlıklardan. Çarpıcılığına kapılarak attığınız o başlık, yapışır yazanın da yazılanın da üstüne. Çoğu gazete okuru sayfaları gözüyle şöyle bir tarayarak çevirir, sonunda da aklında bir tek başlık kalır... “1 ay delilerle yaşadım” diyen bir Sumru Yavrucuk mesela...
Deliler!
Gözlerime inanamadım Hürriyet’te bu başlığı gördüğümde. İstanbul Devlet Tiyatroları’nda “Leenane’in Güzellik Kraliçesi”nde sekiz sene şizofren bir kadını oynamış, bu rolle bütün oyunculuk
Muhtelif magazin dergilerinin de popüler konularındandı “Neydiler, ne oldular”, internet çıkalı her gün çeşitli şöhretlerin eski ve yeni fotoğraflarından oluşan galeriler dayanıyor burnumuza. Muhtelif acıklı başlıklar eşliğinde... “Yıllar şöhret tanımadı”, “O güzelliğe ne oldu...”, “Bir zamanlar efsaneydi...”
Her gördüğümde de benim sinirim tepeme zıplıyor. Bunlara bakıp ne yapmamız bekleniyor? Oh, çok şükür onlar da yaşlanmış diye rahat etmemiz mi? Yaş almak neden insanın başına gelen bir felaket olarak sunuluyor ki?
Tepemizde sürekli bir sarkaç... “Az zamanın kaldı, birkaç yıl daha idare edersin, ondan sonra zaman seni de tanımayacak, tedavülden kalkacaksın...”
Acımasız zaman
Nedir bu gençlik güzellik fetişizmi? Daha da önemlisi güzelliğin gençliğe dair bir şey olduğuna kim hükmetti? Fotoğraflara bakıyorum, şahane bir Sophia Loren, iki sene önce gözümle de gördüm, kadın gene dünya güzeli. Ya da bir Jane Fonda’ya kim çirkin diyebilir şu
Bazen bir röportaj, bir sürü iz bırakabiliyor insanda. Dış etkenlerle bölünmeyen bir sohbetten hayata dair bir sürü düşünce çıkabiliyor. Hele karşınızda anlatmayı seven, yüzünde bıkkın bir “Siz var ya, bana bunu soran bininci kişisiniz” ifadesiyle bakmayan biri varsa...
Yoksa saçma bir şey aslında hiç tanımadığınız birine bir takım sorular sorarak size yüreğini açmasını beklemek... Açılırsa keyifli oluyor, o ayrı...
Ben bunu Locarno’dan ödüllü oyuncumuz Tayanç Ayaydın’la konuştuktan sonra düşündüm en son... Zaten çok sevgili bir arkadaşımın konservatuvardan öğrencisi olduğu için olumlu önyargılarla gitmiştim buluşmaya. Bu kadar doğal ve ışıltılı, bir o kadar da alçakgönüllü olabilir mi insan...
Hayat hikayesini dün yazdım ama oraya sığdıramadığım sürüyle hikaye kaldı bu sohbetten bana. Ödül filan bir yana, en çok, annesi ve babasından söz edişi etkiledi beni. Bir de sevgilisi Jenny’den...
Bir masal gibi
Çocukluğunu bir
Bir gazete haberi... 37 yaşında iş güç sahibi, evli bir İngiliz kadın, fotoğraftan gördüğümüz kadarıyla da gayet hoş bir kadın, Kalkan’da tatil yaparken tanıştığı yaz aşkı uğruna işi gücü, evi barkı dağıtıp kalkmış Türkiye’ye gelmiş. Üstelik kendi gelmeden de boşandığı eşinden aldığı nafakayı sevgilisine göndermiş ki birlikte yaşayacakları evi alabilsin... Yaklaşık 80 bin YTL.
Romeo’muz bir garson. Haberde ‘genç garson’ diye söz ediliyorsa da 36 yaşında, kadınların orta yaşlı, erkeklerin delikanlı diye anıldığı yaş hani... Neyse, adı Debbie Jones olan ‘Jülyet’ sonunda kalkıp geliyor Kalkan’a. Aşk hikayesinin mutlu sona ulaşması gereken an...
Lakin ortada bir tuhaflık, zaman zaman gece eve dönmeyen ‘Kasap’ lakaplı bir Romeo var. Nitekim bu lakaptan da şüphelenmediği anlaşılan Debbie Jones, kısa süre içinde sevgilisinin bir de karısı olduğunu öğreniyor ve de işinden gücünden, kocasından, parasından, muhtemelen ruh ve sinir sağlığından da olmuş vaziyette kendisine yeni bir hayat kurmak üzere Kıbrıs’a
Bu yazının fikrini 22 yaşında bir genç kızdan ödünç aldım. Birbirimizi tanımamızla beraberce ölümden dönmemiz arasında topu topu yarım saat vardı, belki bu yüzden kaynaşmamız da hızlı oldu. Başta arkadaşımın yeğeniydi Ceyda, şimdi tatil arkadaşım. Geçen hafta dört kişi pür neşe arabamıza bindik ve daha İstanbul’un ışıkları gözden kaybolmamıştı bir TIR darbesiyle kendimizi otobanın ortasında fır fır dönerken bulduğumuzda.
Şansımız, bir haftadır sürekli duyduğumuz gibi ‘verilmiş sadakamız’ vardı ki şu an sıfır hasarla hayata devam ediyoruz dördümüz de. Üstelik tatilimize de... Bu yüzden ben bu konuya hiç değinmeyeyim demiştim ki Ceyda yazdıklarını gösterdi bana. Olayın üstünden atlayıp geçmiştik ama belli ki onda da hayli iz bırakmıştı o birkaç saniye. Büyük bir şaşkınlık ve de.
O zaman zaman sıkıldığını düşündüğü hayata aslında ne kadar bağlı olduğunu fark etmişti çünkü... İnsanın hem ne kadar kırılgan, bir o kadar güçlü, öfkeli ama yine de