Sosyal medyada kullanılan seviyesiz, saldırgan ve her daim cinsiyetçi dile alıştık maalesef. Her isteyen içindeki en karanlık düşünceleri klavyeye dökebiliyor ve bazılarının içindeki karanlık daha derin diğerlerinden, kazdıkça arkası gelen dipsiz kuyu gibi. Ve biliyor ki orada yazdıkları yanına kâr kalır, kimse hesabını sormaz.
Ama işte bunlar genelde ya takma adlarla boy gösteriyorlar ya da kimlikleri daha ziyade kendilerini bağlıyor. Arkalarına bir eğitim kurumunu alarak konuşmuyorlar. Daha net söylemek gerekirse, bir üniversitede profesör değiller mesela. Genç insanların çalışıp çabalayıp sınavlardan geçip girdiği, gelecek umutlarını bağladığı bir yerde eğitmen konumunda oturmuyorlar. Çıkıp çocuklarımıza ‘ders’ vermiyorlar.
Süleyman Demirel Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Fizik Bölümü öğretim üyelerinden Prof. Dr. Ahmet Faruk Özdemir öyle değil ama. O tam da çocuklarımızı emanet ettiğimiz kişi. Kendisinin adını dün attığı tweet nedeniyle öğrenmiş bulunuyoruz, başta iddia edildiği gibi dekan değil ama öğretim üyesi. Genç bir kadına; paylaşımlarından anlaşıldığı kadarıyla CHP’yi ve Muharrem İnce’yi destekleyen ve neredeyse sadece seçime dair tweet’ler atan bir kadına şöyle bir
Tahminim o ki, biraz vicdanı olan herkesin uykusunu kaçırıyor o gözler üç gündür. O bu dünyada insanoğlunun nasıl vahşi, nasıl acımasız, nasıl tehlikeli ve sakınılması gereken bir canlı türü olduğunu öğrenecek kadar zaman geçirememiş, bacakları kesilmiş olarak ormanda bulunan ve kurtarılamayan yavru köpeğin umutsuzluktan bir kat daha kararmış gözleri. Profil fotoğraflarından, instagramdan, twitter’dan gözümüzün ta içine bakıyor, ruhumuzdaki kötülüğü giderayak keşfetmiş olmanın hüznüyle.
Biz de ne yapıyoruz, utanıyoruz, gözümüzü kaçırmaya çalışıyoruz. Zor çünkü bu kadar kötücül bir türe mensup olduğunu bilerek yaşamak.
Sonra o köpeciği kanatlanıp uçan bir melek olarak çizen resme sığınıyoruz. Daha kolay ona bakmak. “Burası zaten kötü bir yerdi, meleklerin yeri gökyüzüdür, suçlular da öbür dünyada mutlaka hesap verirler” gibi bir adalet ihtimaline tutunma imkanı veriyor insana.
Tıpkı çocukların hayatta kalma umuduyla bindikleri botlardan karaya vurduğu pis bir düzen kurduğumuzu yüzümüze vuran kırmızı tişörtlü Aylan bebeğin fotoğrafı gibi. Onu da melek yaptık, kalbimizde kanatlı suretine bir yer açtık ve huzurla unuttuk.
O kadar unuttuk ki, bugün o yavru köpeği o hale getirenin Suriyeli
Doğal olarak hep beraber seçim iklimine kitlendik, hayatımız Twitter’da konuyu takiple geçiyor. Gözümüzden kaçmaması gereken güzel şeyler oluyor oysa. Mesela 10 Haziran, Türkiye tiyatrosu adına kutlu bir akşamdı, çünkü Murat Daltaban’ın yönettiği ‘Rhinoceros/Gergedanlar’, İskoçya’nın tiyatro ödülleri CATS (Critics Awards For Theatre in Scotland 2018)’de dört ödül birden kazandı. Aralarında ‘En İyi Oyun’ ve ‘En İyi Yönetmen’ ödülleri de var. Önce hikayenin başına dönelim... İstanbul’dan filizlenen genç tiyatro hareketinin öncülerinden DOT’un kurucuları Murat ve Özlem Daltaban, yıllardır dünya tiyatrosunun kalbinin attığı Edinburgh Festivali’ne gider. Öncelikle oyun izlemeye tabii, ama orada kurdukları dostluklar onları Edinburgh’u ikinci adres olarak belirlemeye ve tiyatronun bir ayağını oraya atmaya yöneltir. İki şehir arasında köprü olmaya demek daha doğru. Bir tiyatro köprüsü.
‘Türk seyirci görebilecek mi?’
Oyunlarını sahneledikleri yazarlardan Zinnie Harris’i bu sene hem kendi eseri ‘Şafakta Buluş Benimle’yi izlemek hem de DOT izleyicileriyle söyleşmek için İstanbul’da gördük mesela. Ama bu sırada daha heyecan verici gelişmeler olmaktaydı. DOT Edinburgh’da bir ofis açma ve daha
Bu mahkemeler kadın katillerine indirim üstüne indirim yaptıkça bize de durup durup aynı soruyu sormaktan başka çare kalmıyor maalesef: Kadın cinayetleri söz konusu olduğunda şu yasaları işletirken, şu kararları verirken eliniz neden bu derece titriyor?
Şimdi sözünü edeceğim mahkeme heyetinden kendilerini Funda Gülmez’in ailesinin yerine koymalarını rica ediyorum. Bir kızınız var, gözünüz gibi bakmış, büyütmüş 25 yaşına getirmişsiniz. Ömrünün baharı dediğimiz mevsimde henüz. Kim bilir neler yaşayacak, hayat ona ne sürprizler hazırlayacak. Tatlı günler, acı günler... Bazen düşecek, sonra kalkacak, başına tatsız şeyler de gelecek ama böyle böyle kendi yolunu bulacak. Buna hazırsınız.
Ama şuna değilsiniz: Bir gün bir apartman dairesinde kızınızın naylon poşete sarılı cesedini bulmak yok, tahayyül edebildiğiniz kötülükler arasında. 25 yaşındaki kızınızı ‘erkek arkadaş’ kisvesi altındaki bir katile kurban vermeyi hesaplamamışsınız.
Ve böyle dayanılmaz bir acıyla yüz yüze kalan her anne baba gibi tek derdiniz var o saatten sonra: Kızınızın hayatına son veren kişinin - kişilerin hak ettiği cezayı alması. Klişe deyişle, ‘adaletin yerini bulması’ ki aslında birinin hayatına bile isteye -
"Yasak Elma" setinde çalışan bir kostüm asistanı, dizinin başrol oyuncusu Talat Bulut tarafından taciz edildiğini söyleyerek şikayetçi oldu. Peki biz bu olaydan ne öğrendik? Öncelikle Hollywood’daki ‘me too’ hareketine kadar daha kırk fırın ekmek yememiz gerektiğini. Sonra da bu uğurda aşmamız gereken ilk engelin öncelikle kadınların kendileri olduğunu.
Öyle “Başına geldiyse çık anlat” demekle olmuyor. Anlatınca neler olduğunu izliyoruz hep beraber. Sen 19 yaşında adı sanı bilinmeyen bir kostüm asistanı, karşındaki de bütün Türkiye’nin tanıdığı bir başrol oyuncusu olunca en önce o ‘şöhret’ ve ‘itibar’ duvarına tosluyorsun. “Talat Bulut yıllardır beğenerek izlediğimiz, bir ‘duruşu’ olan bir oyuncu, ‘beyefendi’ bir kişilik, üstelik kız babası, ne ihtiyacı var kostümcüyü taciz etmeye?” Ana fikir aşağı yukarı bu. Sanki bu bir duruş ve ihtiyaç meselesiymiş gibi.
Kendisi de zaten meseleyi ‘şakalaşma’ çerçevesinde tanımlama gayretinde. “Daha önce de sarıldım öptüm, tepki vermedi” diyor mesela. Ya da “Kızlar kıyafet getirirler, güzel bir şey yaptıklarında aferin deyip yanaklarından öpüyorum” diyor. Şikayetçi olan kişinin nişanlısına yönelik olarak “Önce tacizin ne olduğunu öğreneceksin”
Gözümüz alıştı sayfaların bir kenarında o istatistikleri görmeye: “Bu yılın kadın cinayeti bilançosu...”, “Bu ay şu kadar kadın öldürüldü”. İsterseniz yazın arama motoruna, daha “2018 kadın ci” derken “kadın cinayetleri istatistik” diye ay ay döküyor önünüze.
Birileri durmadan kadınları öldürüyor, birileri de usanmadan sayıyor onları. Birer sayı olmaktan öteye geçsinler diye. Her yılın sonunda, her ayın başında çarpıyor suratımıza tokat gibi sürekli yükselen bir eğride seyreden istatistikler.
Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu’nun raporuna göre, ocak ayında 28 kadın öldürülmüştü mesela. Şubatta 47’ye ulaşarak rekor kırdı kadın cinayetleri. Mart ayı raporu 25’i gösterince bir sevindik, az göründü gözümüze. Düşüyordu nihayet galiba endeks. Derken nisanda 30’u bulduk, mayısı da 37 ile kapattık. Yani ortalamaya bakarsak, her güne 1’den fazla kadın cinayeti düşüyor. Hani gözümüzde canlansın diye söylüyorum tablonun vahameti.
Adeta hayıflanarak söylenen bir “Türkiye’de seri katil yok” iddiası vardır ya, basbayağı kolektif seri cinayetlerimiz var aslında, çok eksiklenmemize gerek yok. Kocalar, babalar, aile meclisleri, sevgililer, eski sevgililer, platonik âşıklar, sevip de
İnsanın en fazla yeniliklere, farklı fikirlere, kendisi gibi olmayan, düşünmeyen, yaşamayan insanlara açık olduğu çağdır, gençlik. Dünyayı değiştirmeyi hayal edersin gençken, anneni, babanı, komşu teyzeyi, okuldaki öğretmenini beğenmezsin, sana dayatılan normlara uymayı reddedersin, karşı çıkarsın kurallara.
Büyüyüp de aynı kendisininki gibi sevgisiz bir aile kurmak, sevmediği bir işe gidip gelerek ömür doldurmak, kendisine ve arkadaşlarına dünyayı dar eden yönetici amca gibi ceberrut bir yetişkine dönüşmek olamaz; insanın on beş yaş hayalleri.
Hatta lafı dolandırmadan doğrudan söyleyeyim: On beş yaşında bir insan “Bir kadına gerektiğinde tokat atılabilir” gibi bir fikri değil dile getirmek, aklından geçirmez. Evinde dayak varsa bile geçirmez, aksine büyüyüp annesinin dayak yemediği bir düzen kurmayı hayal eder. Haksızlığı görünce isyan eder.
“Başka erkeklerle konuşmanın”, “Kocayla cinsel ilişkiye girmeyi reddetmenin”, “Yemeği yakmanın” ya da “Çocukları ihmal etmenin” birer tokat “gerekliliği” olması yer almaz genç bir insanın kitabında. Bu sayılanların kadına ait asal görevler olduğu gibi bir inanış yer almadığı gibi.
15 yaşında ilgilenmezsin karşı komşun eşcinsel mi, içki mi içiyor,
Yaz gelince sinemaya gidilmemesi âdeti nereden çıkmış, bilemiyorum. Hava güzel diye, bütün günümüzü deniz kenarında, parkta ve bahçede geçirmediğimiz kesin. Hepimiz tatile de gidemiyoruz sanırım. Son derece kapalı mekanlar olan alışveriş merkezlerine gidiliyorsa, iki saat bir filme neden gidilmesin? Belki de yaz geldi diye salonları kaplayan beter filmler nedeniyle izleyici de tercih etmiyordur. Halbuki aralarda ancak bu ‘tenha’ sezonda kendisine yer bulabilen iyi filmler var, sadece biraz kazı yapmak lazım. Bir de festivali aratmayan yazlık sinema günlerini takip etmek...
Misal, Pera Müzesi yaz sezonunu öyle bir programla karşılıyor ki, kayıtsız kalmak mümkün değil. Adı ‘Kumsalda’, 08 Haziran’da başlayıp 28 Temmuz’a kadar devam ediyor ve 1951’den bugüne uzanan bir aralıkta sinemada mekan olarak kumsalın işaret ettiği anlamların izlerini sürüyor. Romantik hikayeler de var aralarında, keyifli başlayıp tekinsiz bir havaya bürünen karanlık tatil maceraları da...
Aslında Pera Müzesi ve İstanbul Araştırmaları Enstitüsü’ndeki deniz hamamından plaja geçişin hikayesine odaklanan ‘İstanbul’da Deniz Sefası: Deniz Hamamından Plaja Nostalji’ sergisinin bir paralel etkinliği bu, yeri