Elazığspor kendi evindeki dört maçı da kazanmış... Kupa’daki Galatasaray galibiyeti ise mütevazı takımın özgüvenini artırmış. Fenerbahçe’ye bakarsak, deplasmandaki son üç maçında hep kaybetmişler.
Koyun’la Kasap’ı karşı karşıya getiren tablo, maçın başında böyle... Can derdindeki Elazığspor ile unvan peşindeki konuğu, avantajların sıfırlandığı bir maç sergilediler.
Fenerbahçe, sahanın her bölgesinde olmayan oyuncularını arıyordu. Savunmada Alves - Egemen, orta alanda Emre forvette Sow ve Webo... Sahaya sürülen alternatif kadro ise rotasyon görmemiş, iş başa düşünce kalkıp Elazığ’a gelmiş adamlardan oluşuyordu. Kadlec örneğin... Bekir’le birlikte stoper rolüne soyunmuştu. Elazığspor, karşılaşabileceği Fenerbahçe onbirlerinin en kolayını ağırlıyordu. Ara transferde yenilenip - olabildiğince- güçlenen kadrosuyla takım bir “şahsiyet” kazanmış, kazanmaya da alışmıştı. Fenerbahçe’de kendinden bekleneni fazlasıyla yerine getiren tek oyuncu vardı, Mehmet Topal. Maçın başından itibaren savunmanın içinde, önünde can yakacak topları kesiyor, oyuna sokuyor, takımını ayakta tutmaya çalışıyordu. Ama takım arkadaşlarının anlaşılmaz biçimde ayarı düşmüştü. Alper, Topuz ve Baroni,
Önce Tolga Zengin, sonra da Cenk Gönen, fiziksel darbelerle hastanelik oldular. Beşiktaş’ın iki kalecisi de hepimizin yüreğini yakan, huzurunu kaçıran biçimde oyundan koptular. Maç kazanılır, kaybedilir, önemli değil. Dileyelim ki iki sporcu da sağlıklarına kavuşsun, kariyerlerine devam etsin. Tanrı ikisini de korusun. O kalecilerin karşılaştığı darbelerden dolayı rakip oyuncuları suçlamak, eleştirmek ve kınamak yersiz olur! Faul ya da değil. Futbolun doğasında bunlar var!
Veysel Sarı’nın Mancini’nin kritik seçimini karşılıksız bırakmadığını gördük. Önce Eboue’yi andıran bir driplingle Beşiktaş cezaalanına yöneldi, niyet gösterdi. Daha sonra hücum oyununa katılıp cezaalanında topla buluştu. Motta’yı ekarte etti, yetişen Dany’nin müdahalesiyle düştü. Doğru karar, penaltıydı. Veysel beklenenin üzerinde iş çıkarmıştı.
Oyunun geneline bakarsak... Beşiktaş, özellikle ilk yarıda topla daha çok oynayan, daha etkin, daha hamleli olan takımdı. Ne var ki hepsinin ortak arızası “zamanlama” hataları, top ve pozisyon kaybetmelerine, gereksiz müdahalelerle faul yapmalarına neden oldu. Galatasaray duran toplarla (özellikle Sneijder’le) maça denge getirdi. Konuğun baskılı oyunu karşısında
Spor gündemimizi belirleyen yöneticiler maalesef “homo polemikus” sendromuyla yer alıyor hayatımızda. Sürekli iddialar, tezler, karşı tezler, alay ve karalamalar, olmadı suçlamalarla sadece kendilerinin “temiz”, “akıllı”, “suçsuz”, “günahsız” ve “büyük” olduklarını ilan ediyorlar.
Arkalarında milyonlarca taraftarları da var ya. O taraftarlardan büyük bir bölümü de gözü kapalı onları onaylıyor, her tartışmada safları sıklaştırarak çatışmadaki yerlerini alıyorlar ya, gerisi kolay!
Homo Polemikus, Pazar-Pazartesi gecesi (00.39) akşamı Galatasaray Spor Kulübünün bildirisiyle sahneye çıktı. 21.haftanın maçlarından yola çıkarak Fenerbahçe-Kasımpaşa maçında hakemin (Fırat Aydınus) sarı-lacivertli iki oyuncuya kırmızı kart gösteremediğini, ev sahibinin kazandığı iki golden birinin de ofsayt olduğunu ileri sürdü. Bu iddialarına dayanak olarak Fenerbahçeli yöneticilerin Sivasspor yenilgisinden sonra hakemleri tehdit etme alışkanlığını sürdürdüğünü ifade ederek, “ Rakip zirvede yalnız mı bırakılmak isteniyor?” sorusuyla meydan okunuyordu: “ Bu koşullarda oynanacak MP Antalyaspor - Galatasaray maçında hakemlerin ne şekilde maç yöneteceğini yakinen takip edeceğimizi spor kamuoyunun
Önce savunma sinyali verdi, “Gece gündüz savunma çalışmalıyız” dedi. Çalıştılar. Yetmedi, sezon ortasında yerli - yabancı demeden yeniden yapılanma sürecini başlattı. Dany’ler, Amrabat’lar, Engin’ler gitti, Salih’ler, Veysel’ler, Burdisso’lar, Telles’ler geldi. O da yetmedi, takımı üçlü, beşli, santrforları tekli, çiftli oynatmaya başladı.
Sonuç şu: Galatasaray Roberto Mancini döneminde TT Arena’yı gücün “gösteri alanı” olarak kullanabilir, taraftarının desteğiyle kendi çöplüğünün horozu olabilir ama...
...bu deplasman zaafiyetiyle ne şampiyonluğu kovalar, ne de Chelsea’yi eleyebilir.
Antalyaspor’la dördüncü kez karşılaştı Mancini... Samet Aybaba karşısında beraberlikten fazlasını elde edemedi.
Aybaba, Diarra ile Semih’i birbirlerinin alternatifi olarak değil, tamamlayıcısı olarak oynatmayı denese, ev sahibi takım belki de üç puanın sahibi olacak, İtalyan Hoca’ya bir ders verecekti. Öyle yapmadı, elindeki avantajı telaş ve panikle kaybetti, Mancini ile birlikte beraberliğe razı oldu.
Oyuna hızlı başlayan, Burak’la çok erken gol bulan Galatasaray, yeni transferi Alex Telles’in sol kanattan yaptığı atakla sihirli bir gösteriye imza attı. Sneijder’in usta kurgusuyla
Ne kadar da heyecanlı ve coşkuluyduk Üniversiade 2011’de, Erzurum’da...
Vali Celalettin Güvenç’in adanmışlık örneği vererek kente kazandırdığı Üniversitelerarası Kış Oyunları için hep birlikte adeta seferberlik ilan etmiş, 700 milyon TL harcayarak 5 buz sporları salonu, 3 kayak merkezi, 1 kayakla atlama kulesi inşa etmiştik.
Tam 52 ülkeden 3 bin sporcuyu ağırladık orada. Artistik buz pateninde kazandığımız 1 bronzla bayram ettik.
Evet, heyecanlı ve coşkuluyduk. Madalyadan daha önemli hedeflerimiz vardı. Erzurum’u dünyanın en modern tesisleriyle donatmıştık ya, oradan yeni bir başlangıç yapar, “Doğu’nun sınır taşı”nda yetiştireceğimiz gençlerle kış oyunlarında da madalya mücadelesi verebilirdik. Dahası, Erzurum’u kış sporları için dünyanın yeni merkezlerinden birine dönüştürebilirdik.
Maalesef işler o kadar iyi gitmedi.
Erzurum’da doğru dürüst bir kış organizasyonu yapamadık. Kış sporları takviminde beklentimize uygun bir yer alamadık.
Daha da kötüsü, Aslı Nemutlu gibi geleceğe azim ve enerjiyle hazırlanan kayakçı kızımızı, elim bir kaza (!) sonucunda Erzurum’da kaybettik. Pist kenarına konması gereken bariyerlerin başka bir organizasyon için Uludağ’a gönderildiği,
Ne demiş atalarımız, “korkulu rüya görmektense uyumamak evladır!”. Bilic ve Beşiktaş da öyle yaptı. Sinirlerin gerildiği, kuralların delindiği tekrar maçında aynı sıkıntıları tekrar yaşamamak için elini - ayağını çabuk tuttu. Golleri ilk yarıda, zamanında buldu. Skor avantajını erken yakaladı, maçın ikinci yarısını olabildiğince garantiye aldı.
Beşiktaş’ın Gaziantepspor’dan sonra Kasımpaşa karşısında da oyununa zenginlik ve derinlik kattığını gördük. Fernandes kenarda bekleyedursun, Bilic orta alanı Gökhan, Atiba, Veli, Oğuzhan ve Olcay’ın hareketli, işbirliğine, yardımlaşmaya dayalı, topu sürekli ileri taşıyan hamleli oyunu ile kurmayı planlamıştı. Almeida da bu beşliye ustalıkla ayak uydurdu. Ayağına top beklemeden oyuna katıldı. Rakip savunmaları yalancı koşularla oyaladı, indirdiği toplarla arkadaşlarını pozisyona soktu. İlk golü Almeida’nın imzalaması işte bu uyum ve zenginliğin ürünüydü. Sonra kornerde Pedro Franco kendini gösterdi. Ardından Olcay’ın maç içindeki ikinci asistiyle Veli’nin golü geldi.
Skor tabelasına yeniden bakalım. Santrforuyla golü buldu Beşiktaş. Savunmacı iki oyuncusuyla da farkı yakaladı.
Kasımpaşa’nın ilk maçta cezası nedeniyle oynamayan
Gaziantep’teki maç sezon içinde oynanan normallerin dışına çıktı. Sadece iki takım için değil, üç özel adam için de önemli bir sınava dönüştü.
Beşiktaş’ın “efsane” oyuncusu Sergen Yalçın, teknik direktörlük kariyerinin ilk yılında Gaziantepspor’a adeta hayat vermiş, hevesini, motivasyonunu ve hedefini kaybetmiş takımı ayağa kaldırmıştı. Peşpeşe gelen galibiyetler, kadrodaki oyuncuları yeniden değerlendiren farklı bakış açısı ile kendisine güvenenleri mahcup etmemişti. Dün yuvasından yetiştiği Beşiktaş’a karşı zorlu bir sınava çıktı, kaybetti.
Kamerunlu Dany, Galatasaray’ın “ihtiyaç fazlası” oyuncusu olarak elden çıkarılma operasyonunda son dakikada Beşiktaş’a gelmişti. Beşiktaş’ın özellikle Sivok’un sakatlığından sonra büyüyen savunma sorununu çözümlemesi bekleniyordu.
Çıktı, Pedro Franco ile birlikte savunma göbeğinde uyumlu bir ikili oluşturdu. Çabukluğu, oyun görüşü, süpürücü ve telaşsız haliyle güven verdi. Türkiye’deki ilk takımı Gaziantepspor olduğu için, deplasman sıkıntısı çekmedi, eski takım arkadaşlarına karşı çok rahattı. Günün kazananıydı.
...Ve üçüncü adam, Cenk Tosun... Türk Futbolu’nun 1951’de başlayan profesyonellik döneminde, ilk kez sezon bitmeden
Para ve etik, çağımızın en önemli sorunlarından biridir. Öyle ki birine koşarken ötekinden uzaklaşabilirsiniz. Birini kazanırken ötekini kaybetme riski her zaman karşınızdadır. Özellikle sporda!
FIBA’nın Basketbol 2014 Dünya Kupası için ortaya koyduğu Wild Card koşulları, para ve etik sorununu yeniden gündeme getirdi.
Öncelikle belirtmeliyim : Wild Card’a kesinlikle karşı değilim. Wild Card uygulamasının, önceden belirlenen bilimsel ve akılcı kriterlerle hem organizasyonların, hem spor dallarının, hem de katılan ülkelerin yararına olduğunu düşünüyorum. Dahası, yıllar önce (2006) FİFA’nın benzer uygulamayı futbolda da başlatmasını önerdim. Gelin görün ki sevgili dostum Şenes Erzik dahil, FİFA ve UEFA’nın yöneticileri bu işe hiç de sıcak bakmadılar.
İspanya’da düzenlenecek Basketbol Dünya Kupası için FIBA önceden elemeleri kazanan ülkeler, ev sahibi İspanya ve son olimpiyat şampiyonu Amerika ile 20 takımı oluşturan organizasyonda 4 takıma da Wild Card verme kararı aldı.
Wild Card’ın bu yılki şartnamesinde talep eden ülkelerin en az 830 bin Euro’luk bir bağışta bulunması gerekiyordu. İtalya Basketbol Federasyonu Başkanı Gianni Petrucci, “ Ülkemizin ekonomik sorunları