Alkol kısıtlamalarında örnek aldığımız İskandinavlar’ı özgürlük parkı konusunda da örnek alamaz mıyız? Halk böyle istiyor diye Gezi, park olarak kalırsa ne kaybederiz, ne kazanırız?
Direniş sadece Gezi Parkı’nda değil, her yerde devam ediyor. Milano’dan Los Angeles’a, Londra’dan Moskova’ya birçok şehirde bir araya gelenler #direngeziparkı diyor. Bunu derken de tek istenilen, aslında biraz saygı duyulduğunu görmek, hissetmek.
Gençler ısrarla aynı şeyleri tekrarlıyor. Her konuda ne yapmamız gerektiği söylenmesin. Düşüncelerimiz yüzünden sık sık hakarete uğramayalım. Birbirimize hoşgörülü olalım. O kadar.
Neden olmasın?
Nasıl Londra’da Hyde Park’ta herkesin özgürce gidip konuşabildiği bir köşe var? Nasıl Kopenhag’da Christiania diye polisin girmediği bağımsız bir bölge var? İstanbul’da da özgürlüğü simgeleyen bir Gezi Parkı olmasında ne sakınca olabilir? Tamam Christiania’daki gibi her şey serbest olsun demiyoruz, çok şey istemiyoruz. Neden Gezi Parkı herkesin çimenlerde yayılabileceği, ister sporunu yapıp, ister ücretsiz internetle Twitter’da, Facebook’ta sosyalleşebileceği, ister kütüphaneden kitabını alıp okuyabileceği, polisin cirit atmayacağı medeni bir park olmasın?
Beşiktaş’a ya da Taksim’e gitmeye gerek yok. Evinizin önünde de bir araya gelip tencere tava çalabiliyorsunuz ve tabii bunun sonucunda biber gazı yiyebiliyorsunuz
Dün gece Topağacı meydanında şahane bir konser vardı. Tencere tavalarla müzik yapanlar da, evden çeşitli müzik aletlerini getirip çalanlar da vardı. Çocuklar ellerindeki Türk bayraklarını gururla sallıyordu. Köpekler havlayarak müziğe eşlik ediyordu. Geçen arabalar da kornalarıyla bu coşkuya katılıyordu.
İstanbul’a ilk defa gelen bir turist, bu manzara karşısında büyülenmiş gibiydi. “Sizin düğünleriniz ne kadar neşeli oluyor” dedi. Oysa Bülent Arınç’a göre aynı tencere tava, pazar akşamı seçkin bir düğünü bozmuştu. Tamam, turistin dünyadan haberi yoktu. Bu direnişi düğün sanmıştı. Yoksa “Greenpeace kutuptaki buzullarla, küresel ısınmayla ilgili. Gezi çok farklı” diyecek kadar şuursuz değildi. Görünen manzara gerçekten de düğün kadar şenlikliydi. Aynı apartmanda yıllarca oturup, birbirini hiç tanımayan komşular bile tencere tava sayesinde, Gezi Parkı sayesinde tanıştı.
Hesap, biber gazı kovanında geldi
Gecenin ilerleyen saatlerinde meydanda bir kafeye oturduk. Yemekler geldiğinde, kesif bir biber
Acı ama gerçek, artık cüzdan, anahtar, cep telefonu gibi evden çıkarken yanınıza alınacaklar listesine bir de gaz maskesi ve gözlük eklemek gerekiyor. İlk defa kendimiz için bir şey yapıyoruz, kendi haklarımıza sahip çıkıyoruz. Orduyu, siyasi partileri, sendikaları göreve çağıran yok
Biber gazıyla yattık, biber gazıyla kalktık. Birçoğumuz geceyi hiç uyumadan geçirdi. Şimdi de gelen haberler karşısında nutkumuz tutuldu. Beşiktaş’ta revire dönüştürülmüş camideki yaralı görüntülerine mi ağlayalım, evlerin içine sıkılan biber gazı görüntülerine mi? Yetmiyormuş gibi, sabah okula giden çocuklar da, işe giden vatandaşlar da biber gazına maruz kalmış durumda.
Oysa ilk defa Türk halkı kendi kendisi için bir şey yapıyor. Orduyu, siyasi partileri, sendikaları göreve çağırmıyor. Kendi haklarına kendi sahip çıkıyor. Peki ama sonuç? Artık cüzdan, cep telefonu, anahtarın yanında bir de gaz maskesi ve deniz gözlüğü taşıyor yanında, başına her an her yerde gelebileceklere karşı.
Bu, iktidara karşı bir direniş değil, yaşam tarzına müdahaleye karşı bir direniş. Ayyaş, alkolik, çapulcu diye etiketlenmeye karşı bir direniş. Muhalif partinin başkanı bile bu direnişe sahip çıkamayacağının
Hayatında hiç eyleme katılmamış olanlar da, ünlü sanatçılar da, uluslararası isimler de Gezi Parkı’na destek veriyor. Peki ama neden? Bunu anlamak bu kadar zor mu?
Son 5 gündür İstanbul’da olup da biber gazı yemeyen kalmadı. Evlerde beşiklerinde uyuyan bebekler de, TV karşısında memlekette olanlardan bihaber güzellik yarışmasını izleyen yaşlılar da biber gazından nasibini aldı. Haşereleri öldürmeye çalışır gibi sıkıldı biber gazı. Artık içinde ne varsa, hepimize yaradı.
Biber gazı yedikçe daha da güçlendik, daha da birleştik. Bir futbol maçı uğruna birbirine düşman olan Fenerbahçeli, Galatasaraylı ve Beşiktaşlılar ilk defa hep birlikte direndi. Şimdiye kadar hiçbir şeye karşı gelmeyenler bile Taksim’e çıktı. Muhteşem Süleyman bile Hürrem’in aksine “Biz tükenmedik” dedi. Sezen Aksu’dan Kenan Doğulu’ya herkes bir mesaj paylaştı. ‘Yalan Dünya’ ekibi, hatta astım hastası olan Gonca Vuslateri ve Füsun Demirel de Taksim’deydi. Twitter’da milyonlarca takipçisi olmasına rağmen kırk yılda bir tweet atan Cem Yılmaz da tweetleriyle destek oldu.
Mehmet Güleryüz’den Nasuh Mahruki’ye birçok önemli isimse Taksim’de yaralandı. Havalı partilerde görmeye alışık olduğumuz Derin
Çoğu tanınmış Türk tasarımcının ilk çıkışlarını yaptığı Koza Genç Moda Tasarımcıları Yarışması’nda büyük final 4 Haziran’da olacak
Moda Tasarımcıları Derneği Başkanı Mehtap Elaidi ve İHKİB Başkanı Volkan Atik
Bahar Korçan, Hakan Yıldırım, Arzu Kaprol, Hatice Gökçe, Elif Cığızoğlu, Ümit Ünal, Özgür Masur, Zeynep Tosun, Zeynep Erdoğan... Bu saydıklarım Türk moda tasarımcısı denince ilk akla gelen isimlerden. Hepsinin aynı yarışmayla ilk çıkışını yapmış olması bir tesadüften ibaret olamaz. Koza Genç Moda Tasarımcıları Yarışması, moda sektörü için çok önemli. Dile kolay, 21 yıldır yapılıyor. Bu yıl İHKİB (İstanbul Hazır Giyim ve Konfeksiyon İhracatçıları Birliği) ve Moda Tasarımcıları Derneği yarışmayı her zamankinden de çok sahiplenmiş durumda. Ekonomi Bakanlığı da yarışmayı destekliyor. Bundan sonra daha da iyi olması için çok çalışılacak. Nereden mi biliyorum? Yarışmayı Moda Tasarımcıları Derneği Başkanı Mehtap Elaidi ve İHKİB Başkanı Volkan Atik’ten dinledim.
“Parayla satın alamayacağınız imkanlar sunuyor bu yarışma” diyor Mehtap Elaidi, moda tasarımcısı adaylarına. Moda Tasarımcıları Derneği olarak İzmir’den yeni dönmüşler. Üniversitelerde konuşmalar yapıyor, moda
Rihanna konseri mi, Gezi Parkı mı? İstanbul’da gece böyle başladı, sonrasında yaşananlarıysa akıl almadı
Perşembe gecesinin sorusu belliydi, “Rihanna konseri mi, Gezi Parkı mı?” 35 bin kişi
Rihanna konserinde hopladı, zıpladı. Ne müthiş bir prodüksiyon, ne müthiş bir şov vardı. Rihanna’nın tek yaptığı, 15 dakikada bir kostüm değiştirmek, hep aynı figürlerle dans etmek, playback yaptığı şarkılarına dudak hareketleriyle eşlik etmekten ibaretti. Arada “İstanbul” diye bağırdığında hayranları çığlıkları bastı. Oysa Rihanna’nın hangi şehirde olduğunu anlayacak vakti bile yoktu. İstanbul’a 17.45’te geldi, 21.30’da başlaması gereken konsere 22.30’da çıktı ve konserden iki saat sonra da İstanbul’dan ayrıldı.
Biraz ileride Gezi Parkı’ndaysa Rihanna konserindekini aratmayacak bir coşku vardı. Dizi oyuncularından iş dünyasının önemli isimlerine pek çok kişi bir araya geldi. Nedeni belliydi, İstanbul için toplanılmıştı. Hep birlikte Gezi Parkı’na sahip çıkılıyordu. Farklı görüşler, dinler, diller, kökenler değildi önemli olan. Tek şey önemliydi, bu şehre ve tabii
kendi düşüncelerine sahip çıkmak.
Son zamanlarda gördüğüm en etkileyici sergi ‘Dokun Bana’. Zifiri karanlıkta, gözleriniz siyah bantla kapalı geziyorsunuz, eserleri görmüyor ama ellerinizle dokunarak ne olduklarını anlamaya çalışıyorsunuz.
‘İntikam’ dizisindeki Hakan’ın Balat’taki evindeyim. Yağmur’un sık sık çaldığı kapının tam karşısında yeni bir kapı açılıyor, önceki gün orada olan herkes için. ‘Dokun Bana’ sergisi zifiri karanlık bir salonda.
Alıştığımız sergilerden çok farklı, burada bütün eserlere dokunmak serbest.
Önce gözlerime siyah bir bant takıyorum, sonra görme engelli bir gönüllü gelip elimden tutuyor, adım adım sergiyi bana gezdiriyor. Etrafa çarpmamam için uyarılarda bulunuyor. Her sanatçının işini dokunarak anlamam için elleriyle ellerimi tutup yönlendiriyor. İtiraf etmeliyim, bu karanlıkta
dokunarak çoğu zaman bir şey anlamıyorum.
En çok Recep Baydemir’in ‘Yol Ayrımı’ adlı fotoğraflarından etkileniyorum. Metro istasyonunda görme engellilere ayrılan yolu fotoğraflamış ve üstünde değişik tekniklerle oynamış.
Bugün yeni bir dergiyle başlıyor, yeni bir hamburgerciyle devam ediyoruz. Günün anlam ve önemine uygun bir de önerim var
Uzun zamandır sevdiğimiz bir tartışma konusu, sosyal medya alıp başını gitmişken basılı medyaya ne olacak? Yazmayı çizmeyi okumayı sevenler inatla basılı medyanın önüne geçilemeyeceğini savunuyor. Bir gazeteyi, dergiyi ya da kitabı elle tutarak kokusunu duyarak okumak istediklerini söylüyorlar. Bunu çağdışı görenler de var, artık her şeyin bilgisayarlarımızla, akıllı telefonlarımızla ayağımıza gelmesi gerektiğine inanıyorlar.
İşte böyle bir dönemde birçok dergi kapanırken yeni bir derginin çıkması sevindirici bir gelişme. Artık Türkiye’de yeni bir erkek dergisi var, L’Officiel Hommes. Editörü Zeynep Yener. Derginin ilk sayısı bu ay dört farklı kapakla çıktı. Kapaklarda Mazhar Alanson, Fırat Çelik, Burak Yılmaz ve moda başrolde.
Elim önce Mazhar Alanson kapağına gidiyor, sonra Steve Jobs etkisiyle Fırat Çelik kapaklı dergiyi alıyorum ve uzun süre elimden bırakamıyorum. Çünkü dergide okunacak çok şey var. Hangi birini saymalı? Aslan Yener’in ‘No kravat’ yazısı, Münferit ve Gaspar’ın sahibi Ferit Sarper’in sakatat yazısı, Mehmet Garan’ın Mazhar Alanson