İclal Aydın yazdı geçen gün: Bu yaz bir yapımcı yeni projesi için görüşmeye davet etmiş. İclal’i görünce de şöyle demiş: “Hay Allah, biz aslında bu rol için çirkin birini arıyorduk. Sizi daha kilolu sanıyordum ben...”
Yetmemiş.
“Özrü kabahatinden büyük” derler ya... Şöyle devam etmiş:
“‘İki Aile’ dizisinde hani daha şey görünüyordunuz ya... Anne olarak tabii...”
Bu gaflar silsilesini neresinden tutmalı...
“Çirkin birini arıyorduk” deyip İclal’i davet etmesinden mi?
“Sizi kilolu sanıyordum ben” deyip “şişmanlıkla çirkinliği” harmanlamaktaki pervasızlığından mı?
Israrla aynı çukurlara düşüp durmamızı tarih bilmezliğe, hafızasızlığa bağladığımdan mıdır nedir, bu aralar sadece tarih kitabı okumak geçiyor içimden...
Bugünün yol haritalarını dünde arıyorum.
Ve okudukça, hatırladıkça, okumayan, hatırlamayan ders almayanların nisyanına hayret ediyorum.
20 yıl öncesinden bir mektubu özetleyeceğim bugün...
Yeniler bilmeyebilir, bugün işine gelmeyenler hatırlamayabilir,
Okuyun bakalım, size tanıdık gelecek mi?
* * *
Başbakan, işadamı’nı makam odasında ayakta karşıladı. Hatırını sordu.
Oturur oturmaz işadamı anlatmaya başladı:
Siyasete karışmadan işiyle gücüyle meşgul olduğunu söyledi, kendisini politikaya çekmeye çalışanlardan yakındı.
İktidar partisine yakın durursa muhalefet partisinden, muhalefete yanaşırsa iktidardan tepki geliyordu.
Başbakan güldü.
“Samimi anlatıyorsun” diye lafa girdi:
“Ben seni iktidara gelmeden evvel de tanırdım. İktidara geçtikten sonra daha yakından tanıdım. Hakkında birçok şey söylendi. Senin doğru ve temiz bir insan olduğuna inanıyorum. Aksi halde bu kadar karışık ve gürültü arasında yaşayamazdın. Bazı arkadaşlarım bana diyorlar ki, ‘Sen o adamı seviyorsun, ama o Halk Partilidir. Onlarla içli dışlıdır. Seni seviyorsa bizim partiye girsin.’ Geçersen memnun olurum, geçmezsen de sevgimden bir şey eksilmez.”
İngiltere, çağımızın en ilginç deneylerinden birine kalkıştı. Türkiye’de lafı bile dudakları uçuklatan bir şeyi sınıyorlar:
Çokhukukluluğu...
Sunday Times, Müslümanların yoğun olarak yaşadığı 5 büyük kentte şeriat mahkemeleri kurulduğunu duyurdu.
Londra, Birmingham, Bradford, Manshester ve Warwickshire’da kurulan (Glasgow ve Edinburgh’da da kurulacak olan) şeriat mahkemeleri, boşanma, aile içi şiddet, mali anlaşmazlıklar gibi sosyal konularda karar yetkisine sahip olacak. Kararlar, ancak Bölge Mahkemesi ve Yüksek Mahkeme’nin onayıyla yürürlüğe girebilecek; davalı ve davacının ortak rızasıyla uygulanabilecek.
* * *
Tartışmayı 77 milyon Anglikanın lideri, Canterbury Başpiskoposu Rowan Williams başlatmıştı. Şubat ayında, İngiltere’de yaşayan Müslüman kadınlara peçe yasağı getirilmesini eleştirirken, “Hükümet dini semboller konusunda karar vermemeli. Bunu Çin denedi, başarısız oldu. Dini kısıtlamalar İngiliz toplumunu yanlış bir laiklik anlayışına sürüklüyor” demişti.
Williams’a göre,
“Eşekarısı, açtığı yarada can verir” diye yazar, Romalı şair Virgilius... Öyledir.
Kızdığında, adına yaraşır bir pervasızlık ve kamikaze pilotlarına taş çıkartan bir acımasızlıkla saldırır eşekarısı...
Bu cinnet esnasında, düşmanın canını yakma sevdası, canından olma kaygısını unutturur.
Ne pahasına olursa olsun karşısındakini yaralama saplantısına tutulur.
Ve hasmını zehirleyen o yara, kendi kabri olur.
Vızıldayarak iğneler ve akıttığı zehirde ölür.
* * *
Geçen yıl sonu, nicedir hayalini kurduğum zorlu işe kalkışmaya karar verdim: Sinemada gösterilecek bir Atatürk belgeseli için kolları sıvadım.
Filmi, Atatürk’ü 70’inci yıldönümünde anacağımız bu 10 Kasım’a yetiştirmek için çok yoğun bir çalışmaya giriştik.
Geçen bir yıllık uğraşımızın ayrıntıları bu sayfaya sığmaz; (ilgilenenler “mustafa.com.tr”den bilgilenebilirler) burada sadece, geçen haftaki son aşamasından, yani filmin müziğinin hazırlanmasından bahsedeceğim.
Türkiye’de bu işi ustalıkla yapabilecek çok sayıda değerli müzisyen olmasına rağmen, biraz hayranlıktan, biraz da bu filmin müziğinde Atatürk’ü biçimlendiren Rumeli rüzgarlarının hissedilmesini istediğimden Goran Bregoviç’te karar kıldım.
Böyle bir seçim, Atatürk’ün Türk müziğini uluslararası boyuta taşıma idealine uygun düşeceği gibi, onun isminin biraz daha geniş bir coğrafyada duyulmasına da hizmet edebilirdi.
Kendi imzamla köşe yazısı yazmaya Aktüel dergisinde başladım.
1994 yılının eylül ayıydı.
İlk yazılarımdan birinde Sezen Aksu’nun sözleriyle Sertab Erener’in söylediği bir Fahir Atakoğlu bestesi olan “Lal” üzerine şunları yazmıştım:
“Bir gün ülkemin liselerinde demokrasi dersleri okutulacak. Tarih, Türklerin kocaman kırmızı oklarla Orta Asya’ya gelişleriyle başlayıp cumhuriyetin ilanıyla bitmeyecek. ‘Evet, biz de hatalar yaptık’ diyecek tarih, ‘...yenilgilerimiz de oldu, zaferlerimiz kadar...’”
Çiçeği burnunda bir yazarın, doğacak çocuğu için kurduğu “lal hayaller”iydi bunlar...
* * *
Bu hafta oğlumuz 8. sınıfa başladı. Ders kitaplarıyla gelince ilkin “İnkılap Tarihi ve Atatürkçülük” kitabını açıp inceledik.
Sadece son bir ayın gazetelerine bakıyorum. Aynı haber, farklı yer isimleriyle hemen her gün yazılmış gibi:
11 Ağustos: Erzincan’da askeri araca mayın tuzağı: 9 şehit...
15 Ağustos: Şemdinli’de mayına basan 1 er şehit oldu.
17 ağustos: Cizre’de askeri araç geçerken mayın patladı: 1 astsubay şehit. 8 asker yaralı...
19 ağustos: Şırnak’ta mayınlı tuzak: bir korucu yaralı...
27 ağustos: Şemdinli’de askeri konvoy geçerken mayın patladı: 1 şehit, 1 yaralı...
28 Ağustos: Yüksekova’da korucu taşıyan araca mayınlı tuzak: 1 ölü, 5 yaralı...