Meclis’teki danışmanlar ne işe yarar?

12 Ekim 2008

Ahmet Abakay benim SBF-Basın Yayın Yüksek Okulu’ndan okuldaşım, 1980’lerden bu yana tanıştığım arkadaşım, Çağdaş Gazeteciler Derneği’nde birlikte çalıştığım meslektaşım...
20 yıl gazetecilik yaptıktan sonra, kariyerini bakan danışmanı olarak sürdürmeye karar verdi.
Son 11 yılda dokuz ayrı bakana danışmanlık yaptı. Sonra da devlette geçen yıllarını kaleme aldı.
“Bakan Danışmanı’nın Not Defteri” geçen hafta İmge Kitabevi tarafından yayımlandı.
Kitapta bakanlıkların, Meclis’in çalışma yöntemlerine dair birbirinden ilginç, ibretlik öyküler var.
Ben kitabın Meclis’teki danışmanlara ilişkin bölümünden örnekler vereceğim.
Bu örnekler, mutlaka üniversite mezunu olması istenen ama kendisinden hiç tahsil gerektirmeyen işler beklenen danışmanların çoğunun nelerle uğraşmak zorunda kaldıklarını gösterdiği gibi, Meclis’in neden kendisinden asıl beklenenleri yapamadığını da çok iyi anlatıyor. 

Yazının Devamı

Murat’a...

11 Ekim 2008

Türkiye’nin o kadar çok yarası vardı ki, bu ülke öyle çok yerinden kanıyordu ki, seninkini yazmaya sıra gelmedi Murat...
Herkesin acısı kendine, ama onca acı içinde seninki bir başka yaktı yüreğimizi...
Duydum ki, ölmeden önce, annen istemiş Londra’da okumanı...
14 yaşında bir çocuğu tek başına gurbete yollamak cesaret gerektirir.
İstemiş ki, yurtdışında okuyasın; senin gidişin, küçük kardeşlerini imrendirsin; yaşları gelince onlar da gitsin peşinden; orada okusunlar.
Ölümün bunca sıradanlaştığı bu coğrafyadan uzak dursunlar.
Bu kararla çekip almış seni, tüm aileni eriten o ecel selinin kucağından... hayata bağışlamış.

Yazının Devamı

Özgürlük mü, güvenlik mi?

9 Ekim 2008

Seçmek zorunda kalsanız; hangisini tercih ederdiniz: Özgürlüğünüzü mü, güvenliğinizi mi?
Daha demokratik bir ortamda güvensiz yaşamak mı daha iyi, güvenlik içinde biraz baskıya boyun eğmek mi?
“Kırk katır mı kırk satır mı?” gibi bir soru bu...
“Şahinler”in oldum olası pek sevdiği bir tercih denklemi...
Çünkü kimse “özgürlük” gibi ne idüğü belirsiz, karın doyurmayan bir şey için evinin barkının, çoluk çocuğunun, doğduğu toprağın güvenliğini tehlikeye atmak istemez.
Yaya yoluna bombaların konulduğu, güpegündüz jandarma karakollarının basıldığı, şehir merkezinde otobüslerin kurşunlandığı, askerlerin, polislerin öldürüldüğü bir vahşet ikliminde elbette hürriyetin adı bile geçmez.
* * *

Yazının Devamı

Kan çiçekleri

7 Ekim 2008

Yıllar önce bir PKK baskını sonrası gazeteci olarak Güneydoğu’da bir jandarma karakoluna gidip orada sabahlamıştım.
Tıpkı Aktütün Karakolu gibi sarp yamaçların eteğine kurulmuş bir mezradaydı konakladığım yer...
Kerpiç evler, yamaç boyunca ipi kopmuş tespih taneleri gibi dağılmıştı; güvenlik kaygısı taşınmayan bir maziyi hatırlatırcasına...
Şimdi bu vahşi doğanın ortasında savunmasızlardı.
Bir sabah vakti baskın yemiş, şehit vermişlerdi. Gittiğimde mezra hâlâ kan kokuyordu.
Karakolda askerle aynı kumanyayı yiyip her an yeni bir baskın endişesiyle aynı korkulu geceyi paylaşırken belki az uzakta, aynı sert doğanın kuytusuna gizlenmiş, aynı yaşlarda silahlı gençlerin, benzer korkular ve intikam hırslarıyla sabahladıklarını düşünmüştüm.Kutsal amaçlar uğruna can almak ve can vermek, sarp kayalıkların ananevi yeminiydi sanki...
Ve o yemin, kuşaktan kuşağa devredilen bir bayrak gibiydi.

Yazının Devamı

Yeni bir dil lazım

6 Ekim 2008

Açık bir yara gibi, 30 yıldır ha babam kanıyor Güneydoğu...  Arada kanaması artınca hatırlıyoruz yaramızı; yüksek sesle haykırarak acımızı bastırmaya çalışıyoruz. Biraz pansuman yapıyoruz. Tedavi etmiyor, üstünü kapatıyoruz.
Sonra unutuyoruz.
İç kanama devam ediyor.
Ta ki acı kan, yeniden burnumuzdan gelene kadar...
* * *
Bu kayıtsızlık sadece Güneydoğu’yla da sınırlı değil.
Mesela bayram trafiğinde 100’ü aşkın insanın ölmesi ne demektir? Böyle bir istatistik karşısında nasıl bu kadar duyarsız kalınabilir?

Yazının Devamı

Deniz, dalga, düello...

25 Eylül 2008

Bu da Türkiye’nin bileşik kapları...    Kapatma davasında gök gürledikçe Ergenekon davasında yağmur yağıyordu ya...
Bu kez de Deniz Feneri davasındaki fırtına, Ergenekon’u dalgalandırdı.
Herkesten saygı ve güven bekleyen yargının zamanlaması, artık hepimizin rahatlıkla grafik üzerinde çizebileceğimiz kadar mükemmel işliyor.
Elbette resmi olarak birbiriyle hiç ilişkisi bulunmayan davalar, her nasılsa bir saat düzeneğiyle “bir sen benden / bir ben senden” ritmiyle sürüyor.
Gözü bağlı “Adalet Güzeli”nin tartısı, bir o yana bir bu yana tartıyor.
“Deniz” kabardıkça “dalga” boyu yükseliyor.
Yükselen dalgalar ve kesif sisten, Deniz Feneri görülmez oluyor.

Yazının Devamı

Taylan

23 Eylül 2008

Üniversite yıllarımda hemen her mitingde Nurhak türküsü söylenirdi. Türküde;
“Öldü Sinan, doğdu Taylan/ omuzladı silahını...” denirdi.
“Taylan” adını ilk böyle duymuştum.
Türküdeki “Taylan”, Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu’nun kurucularından Sinan Cemgil’in 12 Mart’ta Nurhak’ta öldürülmesinden kısa bir süre önce doğan oğlunun adıydı.
O da adını Taylan Özgür’den almıştı.
Taylan Özgür ODTÜ’lüydü. Emekli bir subayın oğluydu.
ABD elçisi Commer’in arabasını yakanlardan biriydi.

Yazının Devamı

Deniz Feneri savcısı ve pornocu profesörler

22 Eylül 2008

Cumartesi günkü Milliyet’te, Türker Karapınar’ın Deniz Feneri’yle ilgili haberi “Soruşturma kaplumbağa hızıyla yürüyor” başlığını taşıyordu.
Alman yargısının hızla sonuçlandırdığı dava, İşçi Partisi’nin 9 Eylül tarihli suç duyurusuyla Türkiye’ye taşınmış, Başsavcılık da başvuru üzerine soruşturma başlatmıştı.
Ancak habere göre, geçen 10 günde yapılan tek iş, Basın Savcısı Nadi Türkaslan’ın soruşturmayla görevlendirilmesi olmuştu. O da bekliyordu.
Neyi?
“Başsavcının resmi ziyaret için gittiği Suudi Arabistan’dan dönmesini...”
* * *
Deniz Feneri davası savcısının ismi tanıdık geldi.

Yazının Devamı