Neresinden baksanız, hangi ucundan tutsanız pis bir iş... İki ucu kirli değnek...
Ama ille bir ucundan tutmamız, bu pisliğe bulaşmamız isteniyor bizden...
* * *
Düşünün, bir parti yargılanıyor,
Herhangi bir parti de değil; halkın yarısına yakınının oyunu almış bir iktidar partisi...
İktidar partisini yargılayan Anayasa Mahkemesi üyeleri tam ortadan bölünmüş haldeler.
1 oy bile altın değerinde...
Diplomasiyi çözmek zor: Hele “ilkeler”i, “çıkarlar”ın önünde tutanlar için...
Güney Osetya ve Abhazya’nın bağımsızlığının tanınması konusu da çözümü zor düğümlerden biri...
* * *
Daha 6 ay önce, şubatta, Türkiye’nin Belgrad Büyükelçiliği öfkeli Sırpların saldırısına uğradı.
Elçilik görevlileri kapıya yığınak yaptı. Büyükelçi elde silah pencerede bekledi.
Neden?
Çünkü Kosova “Sırpların etnik temizlik girişimine maruz kaldığı” iddiasıyla bağımsızlığını ilan ettiğinde Ankara, “toprak bütünlüğü” konusundaki geleneksel hassasiyetini ve temkinliliğini bir kenara bırakmış, Belgrad’daki büyükelçisini bile şaşırtan bir acullukla Kosova’yı ilk tanıyan ülkeler arasında yer almıştı.
Aleviler önceki gün Taksim’de “Zorunlu din dersine hayır” eylemi yaptılar.
“Demokratik, laik, bilimsel eğitim” istediler.
Haklılar.
Hükümet aylarca şanlı “Alevi açılımı” propagandası yaptı.
Önceki hafta Hacıbektaş’ta en üst düzeyde boy gösterdi.
Aleviler yılın bir günü şenliklerde kendilerini hatırlayıp hoşgörülerini öven devlet ricalini, siyasetçileri dinlemekten, oradaki vaatlerin gerçekleşmesini beklemekten yoruldular.
Ama sonuç sıfır:
“Tüyü bitmedik yetim”, Türk siyasetinin değişmez kahramanlarından biridir.
“Sokaktaki adam” gibi, anonim bir karakterdir.
Her iktidarın ilgisine mazhar olmuş, hakkı itinayla savunulmuş, lakin buna rağmen kendisi çoğu kez bunu mezarda duymuştur.
Başbakan önceki gün “Tüyü bitmemiş yetimin hakkını yemedik, yedirmeyeceğiz” diyerek kervana katıldı. Oysa biraz tarih bilenler, yetimlerin hak beklerken hayli tüylendiklerini biliyor; son dönem iktidar partisini izleyenler de söz konusu hakkı öğüten dişliler hakkında bilgi sahibi olabiliyor.
* * *
Bir yetimin çığlığından söz edeceğim bugün...
Benim ilk gençliğimde “taşlanmış kot” çok modaydı. Bizim yerli üretim kotlar, Batı’dan gelenlere benzemeyen bir laciverdi parlaklığa sahip olduğundan “taşlanırdı”. Nasıl olduğunu bilemediğimiz bu “taşlama” işlemi sonunda rengi açılan kot, kumlu bir denize benzerdi.
BİRİNCİ PERDE
Bir zulüm
Fatma Müftüoğlu 1959 Gaziantep İslahiye doğumlu... Altı kardeşin en büyüğü... Lise 2’deyken, Ziraat Müdürü olan babası, güzel kızını evlendirmezse kaçıracaklarını düşünüp okuldan almış, kapıya dayanan taliplerden birine vermiş:
Eşi, kimya mühendisiymiş.
Tutucu ailede herkesin başı örtülüymüş. Fatma’yı da örtmüşler.
İran Cumhurbaşkanı Ahmedinecad’ın geçen haftaki sancılı İstanbul ziyareti bana yeni kuşakta giderek yok olmaya yüz tutan eski bir orta sınıf âdetini hatırlattı:
“Misafir odası”nı...
Benim kuşağım için misafir odası, bir ev içi müzedir.
Evin en kıymetli yeri, paha biçilmezidir.
Gitmesek de görmesek de orda olan, yanı başımızdaki bir uzak ülke, küçücük evde muhtemel misafir için her daim hazır ve kilit altında tutulan bir yasak bölgedir.
İki oda bir salon evimizde, hepimizi tek odaya sıkıştırıp kendisi bomboş duran naftalin kokulu bir mabettir.
Gösterişli koltuk takımı, üzeri işlemeli beyaz örtüler altında, kendisine oturacak kıymetli basenleri bekler.
Özal’ın damadı Asım Ekren’le kısa bir konuşmayı saymazsak, ömür boyu iki cumhurbaşkanı damadı tanıdım ben:
Biri Metin Toker...
Diğeri Ahmet İhsan Gürsoy...
İki ezeli rakibin, İsmet İnönü ile Celal Bayar’ın damatları...
Toker’le meslektaştık. Birlikte çalışma şansı bulduğum ustamızdı. İnönü’yü onun kitaplarından, anılarından tanımıştık.
Gürsoy’la ise dönem belgeselleri yaparken tanışmış, mücadelenin Bayar cephesini de ondan dinlemiştik.
Birbirlerinden çok hazzettiklerini sanmıyorum; Metin Toker‘in yönettiği Akis, birçok DP’lide olduğu gibi Bayar ailesinde de feverana yol açardı.
Gazi Üniversitesi Rektörü Prof. Rıza Ayhan, dünkü Cumhuriyet’in manşetindeydi. Habere göre yeni rektör, ilk yönetim kurulunda dekanlara demiş ki:
“Biz dernek değil, devlet yönetiyoruz. Bunu anlamayan dekana anlatmasını biliriz. Bir sarı zarf gönderir, soruşturma açar, burnunu sürteriz. Hani bir söz vardır: ‘Nush ile uslanmayanın hakkı kötektir’.”
Toplantıdan sonra Fen Edebiyat Fakültesi Dekanı Prof. Anar, rektörün bütün dekanları tehdit ettiğini söylemiş.
“Gazi olayı”, üniversitede YÖK düzeninin, haksızlığın, çifte standardın eşsiz bir örneği olarak tarihe geçecektir.
* * *
12 Eylül öncesi, o zamanki adıyla Ankara İktisadi İdari Ticari İlimler Akademisi’ndeki asistanlığı döneminde Devlet Bahçeli’nin en yakın arkadaşlarından biri olan Prof. Ayhan, 2000 yılında, artık Gazi adını almış üniversitenin rektörü oldu.
Rektörlük seçiminde en çok oyu alıp Cumhurbaşkanı Demirel tarafından göreve atanmıştı.