Son yıllarda, adını bile bilmediğim yayınevlerinden “mutluluk” kitapları yağıyor. Kütüphanemin birkaç rafı, kapağını bile kaldırmadığım pembe kitaplarla dolu:
“Pozitif Düşüncenin Gücü”...
“Olumlu Düşün, Olumlu Olsun”...
“Kendini İleri Fırlat!” vs...
Sanki kitap değil, enerji içeceği rafı...
* * *
Meğer bu, benim kütüphaneye özgü bir tuhaflık değilmiş.
Rom Houben 46 yaşında...
Bundan 23 yıl önce, yani
şimdiye kadarki ömrünün yarısında Belçika’da bir
trafik kazası geçirmiş.
Ve komaya girmiş.
Daha doğrusu komaya girdiği zannedilmiş.
Doktorlar bir dizi test sonucu yanlış teşhis koyup Rom’un bilincinin tamamen kapalı olduğu hükmüne varmışlar.
Geçen mart bir cumartesi günü ailece Haliç’teki Koç Müzesi’ni gezmeye gittik.
Minyatür evleri inceledik, nostalji trenine bindik; sonra da oğlumuzun ısrarıyla müzedeki Uluç Ali Reis denizaltısını gezmek için bilet alıp sıraya girdik. Çoğu öğrenci olan ziyaretçiler 10’ar kişilik gruplar halinde içeri alınıyorlardı.
Bir emekli deniz astsubay bizim gruba denizaltıyı gezdirdi. Çok etkilenerek müzeden ayrıldık.
* * *
7 hafta sonra gelen bir haberle şoke olduk:
Gezdiğimiz denizaltıda Amerikan menşeli patlayıcılar bulunmuştu.
Muhtemelen bizi gezdiren emekli astsubay, yıl sonunda patlayıcıları denizaltının santral dairesindeki gizli bölmede, bir poşet içinde bulmuştu.
Dersim tartışması, açılım seferberliğinin “bonus”u oldu. Hesapta yoktu; ama 70 yıllık cin şişeden öyle bir çıktı ki geri sokabilene aşk olsun.
Peki “cin” kimleri çarptı?
2. haftasını dolduran tartışma için bir “kazananlar-kaybedenler” bilançosu yapabiliriz.
Öymen kazandı
“Büyük mağlup”un fitili ateşleyen Onur Öymen olacağı sanılıyordu.
Öyle olmadığı çabuk anlaşıldı.
Bir arkadaşım demişti ki: “Yahudiler, Nazi kamplarında yaşadıklarını bütün boyutlarıyla ancak 30 yıl sonra anlatabildiler.”
Anlaşılan resmi arşivler gibi, halkların belleği de belli bir süre nadasa yatırıyor kendini...
Bastırıyor bildiklerini...
Zamanla iklim değişiyor, tarla, tohum değişiyor ve en derinde kök salmış anılar, birer ikişer yüzeye çıkmaya başlıyor.
* * *
Korkmalı mıyız?
Hayır!
2012’yi izledim. Bizim Ayamama Deresi’nin taşmasında yaşadığımız kıyametin biraz hallicesi...
Ama mantık (mahşerde bile) aynı mantık:
Parası olan yaşar; fukara ise battığı çamurun içinden “O gemide ah ben de olsaydım” diye ağıt yakar.
* * *
Aylardır “Kıyamet kopacak” vaveylasıyla pompalanan film, “kıyamet kadar görsel efekt üstüne bolca Hollywood klişesi” formülüyle pişirilmiş.
Mayaların takviminde öngörüldüğü şekilde 2012’de kıyamet kopuyor, ama “Önce tedbir, sonra tevekkül”ü şiar edinen insanoğlu hazırlığını yapmış, gemilerini önceden (herhalde ucuza gelsin diye Çinli işçilere) ısmarlamış.
Hatta gemi biletlerini de fahiş fiyatla satmış. Kıyamet alametleri başlayınca dünyanın 8 lideri buluşup gemiye tüyme kararı alıyor.
Geçen gün, işsiz bir arkadaşımla
yemek yiyorduk.
Son işinden nasıl çıkarıldığını anlattı.
“İnsan Kaynakları” müdürü çağırmış:
“Şirketi yeniden yapılandırıyoruz” demiş.
Ne hoş bir ifade! İnsanın sevinesi geliyor. Hatta “terfi ettim” sanıyor.
Bunun “Kovuldun”un kibarcası olduğunu bir süre sonra anlamış arkadaşım...
Mehmet Tezkan’a bir “Hoş geldin” diyememiştim. Son yazısı vesile oldu, buradan hem Milliyet’e gelişini kutlamak, hem de veli olarak “Eline sağlık” demek istedim.
Dün manşet olan “okulda domuz gribi aşısı izni” yazısı, benimki dahil binlerce ailede yaşanan bir tartışmanın yankısıydı.
Biz ondan da kötü durumdayız.
Çünkü Tezkan’ların oğlunun 23 kişilik sınıfında aşı olmayı kabul eden 3 çocuk varmış; bizimkinde hiç yok.
Sıfır!
* * *
Aynı telaşı biz de yaşıyoruz günlerdir...