Öcalan, İmralı’daki hücresinin 12 metrekare olmasından yakınıyor ya... Menderes’in Yassıada’daki hücresi ne kadarmış biliyor musunuz?
2.80’e 3 metre...
Yani 9 metrekareden az...
Küçük bir gözetleme penceresi...
Işıkları hep açık bir oda...
Ve uyuyabilmek için yüzünü örtüyle kapatan, havalandırmaya çıkarılmayan, günden güne ruhen ve bedenen çöken bir devrik Başbakan...
* * *
Ali Taygun’la Yıldız Sertel’i peş peşe yitirdiğimiz bu hafta, onlara sakıncalı anılarıyla veda etmek istedim
10 yıl önce yine bir aralık günü Amerikan Başkanı Bill Clinton AGİT zirvesi için Türkiye’ye geldiğinde, “Lirik Tarih” gösterisini izlemiş ve ayakta alkışlamıştı.
Cumhurbaşkanı Demirel, zirveyi Mehmet Akif dizeleriyle açmış, Nazım Hikmet dizeleriyle kapatmıştı. İkisi de bu toprakların yasaklı şairleriydi.
Yıllar sonra öğreniyorum ki, ayakta alkışlanan gösterinin sanat yönetmeni de sakıncalıymış. Ali Taygun’un da polisle başı beladaymış.
“Lirik Tarih”in hangi koşullarda hazırlandığını hocam Prof. Dr. Gürel Tüzün’den öğrendim geçen hafta...
İlk gösteri, 1996 Haziran’ında İstanbul’daki BM HABİTAT Konferansı için hazırlanmıştı.
MHP lideri Bahçeli bir mitingde Başbakan’a “Apo’yu asacak ip mi bulamıyorsun? Al sana ip” deyip elindeki yağlı urganı meydana atmıştı.
Öcalan, o iple asılmadı, ama Öcalan o ipe asıldı.
İpi çektikçe devlet, İmralı’ya doğru sürüklendi.
Ve zaman içinde ipler, hepten İmralı’nın eline geçti.
* * *
Kabulü güç, ama gerçek:
10 yıl önce yakalanıp bir adaya yollanan adam, şu anda Türkiye’nin en kritik kararlarında söz sahibi...
Her şeyi ilk kez başımıza geliyormuş gibi yaşayıp aynı tuzaklarda boğulmak huyumuz.
Daha önceki deneyimleri bellekten sildiğimiz için de her seferinde “Niye böyle oldu” diye şaşıp kalıyoruz.
O yüzden, sık sık hafızayı havalandırmakta yarar var.
Hele de bugünlerde...
* * *
1990’ların başını hatırlayalım:
Güneydoğu’da kan gövdeyi götürüyordu.
Başbakan haklı. Bazı televizyonlar, sokak eylemlerini abartarak veriyor.
Geçen akşam haberleri lise çağında iki delikanlıyla izledim.
Ekran karşısında savaş filmi izler gibi donakaldılar.
DTP’nin kapatılmasını protesto edenlerle onlara karşı gelenlerin çatışma görüntüleri, gerilim müziği eşliğinde tekrar tekrar veriliyor, tam bir iç savaş havası yaratılıyordu.
Liseliler, “Neden biri çıkıp müdahale etmiyor?” diye sordu.
Bu tür haberciliğin en önemli etkilerinden birinin bu tür sorular sordurmak olduğunu anlattım onlaraÖ
“Kudretli biri çıksın, bu gidişe dur desin” feryadına gizlenen faşizan çağrının meşruiyet zemini, bilerek ya da bilmeyerek, bu yayınlarla döşeniyordu.
Üryan kadın vücudu üzerinde suşi yeme fantezisinin yerelleştirilip canlı manken üzerinde kebap yeme âdetine dönüştürüldüğünü cumartesinin Cadde’sinde okuduk.
Ve ülkemizin en güncel global yemek akımlarını millileştirmekte ne kadar mahir ve acul olduğunu bir kez daha gördük.
Gurur duyduk.
Urfalı bir popçu, albüm tanıtımında denemiş olayı...
Müslüm Baba’nın çıplak tenden suşi çatallaması, girişimcilere ilham vermiş.
Sarışın manken, Aksaray’da bir kebap salonunda sofraya masa örtüsü niyetine sere serpe serilmiş.
Göğüs nahiyesine, genişçe bir bikini üstü gibi 1,5 lahmacun yerleştirilmiş.
Aslında kendisini tanır gibiyiz. Uzaktan... Arada çıkagelir. “Arada” dediğim, kendince gerekli gördüğü zamanlarda... Genellikle sular durulmaya, silahlar susmaya başladığında...
Bazen belinde bomba, bazen elinde roketatarla...
Çarşafla, cübbeyle veya poşuyla...
Meclis’te, otobüste, kampüste, cemevinde ya da dağ başında...
Bir çöp bidonuna bıraktığı ses bombasıyla ya da bir devriye pususuyla...
İmzasını kanla atar.
Kurbanlar, cinayet mahalline celladının adını kanıyla yazar:
Başlıktaki önerinin fikir babası Aziz Nesin’dir. Türkiye çok partili demokrasiye 1946’da geçti.
Nesin o yıl, “Marko Paşa” adlı bir mizah dergisi çıkardı.
İsmin altında şu ifade vardı:
“Ne gün fırsat bulursa o gün çıkar. Çıktığı gün saat 8 ile 9 arası satılır. 9’da toplatılır.”
Ancak hükümet, Marko Paşa’yı toplatmakla baş edemedi; sonunda kapattı.
Bunun üzerine Nesin dergiyi “Hür Marko Paşa” adıyla çıkardı.
Onu da kapattılar.