Yaklaşık elli yıl önceydi, 1962 yılının ekim ayında 17 yaşında lise son sınıfa geçtiğim yıl, AFS (American Field Service) değişim öğrencisi olarak Arizona’nın Tucson şehrinde bir aile yanında kalıyor ve okula gitmeye hazırlanıyordum. O sabah küçük ve yuvarlakça bir ekranı olan siyah beyaz televizyonun başında ailenin büyükleri gayet endişeli bir yüzle Atlas Okyanusu’nun güneybatı bölgesinde kesik çizgilerle ilerleyişi simgelenen iki Sovyet yük gemisinin pozisyonunu izliyor ve onların Amerikan Deniz Kuvvetlerinin ilan ettiği Küba yakınlarındaki karantina çizgisine yaklaştığında neler olabileceğini hararetli bir şekilde tartışıyorlardı.
O günlerde gerek buna benzer olaylardan gerekse okulda dahi o sıralarda yeni yeni yaygınlaşmaya başlamış olan küçük transistörlü radyolardan olan biteni izleyen arkadaşlarımdan durumun vahametini görüyor ve anlayabiliyordum.
Büyük bir günah!
O günlerde resmen ilan edilen Amerikan Hükümeti’nin pozisyonu 16 Ekim 1962 sabahı Başkan J.F. Kennedy ve danışmanlarının Küba’ya Sovyetler Birliği tarafından orta ve uzun erimli ve nükleer başlık taşıyan füzeler yerleştirdiğini öğrendikleri idi. Amerikan hükümeti, bu kabul edilemez tehdit karşısında
Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin (KKTC) Kurucu Cumhurbaşkanı Rauf R. Denktaş’ı ebediyete intikalinin 1’inci yıldönümünde sevgi, saygı ve rahmetle anıyoruz. Denktaş bütün Türk Ulusu tarafından benimsenmiş bir Milli Kahramandır. Çünkü, Denktaş, Türkiye’nin “milli dava” olarak sahip çıktığı ve yürüttüğü Kıbrıs konusuna önderlik etmiştir. Rauf Denktaş ismi Türk Ulusu’nun milli Kıbrıs davasıyla özdeşleşmiş ve hayatı da “milli dava” ile bütünleşmiştir.
‘Hararetli destek’
Kıbrıslı Rumların 1940’lı yılların sonunda yeniden canlandırdıkları ‘ENOSIS’ hareketi karşısında 27 Kasım 1948 günü Lefkoşa’nın Selimiye meydanında düzenlenen coşkulu mitingde kürsüye çıkan 24 yaşındaki Rauf Denktaş isimli genç avukat “aman Kıbrıs Girit olmasın” diye Türkiye’ye çağrıda bulunmuştur.
Bu ses Anadolu’da yankı yapmıştır. Mensubu olduğum kuşak, henüz 14- 15 yaşlarındayken 1954’den itibaren Türkiye’nin çeşitli kentlerinde onbinleri bulan ağabeyleri ve ablalarıyla birlikte Kıbrıs için miting meydanlarında toplanmışlardır. Gençliğin ortaya koyduğu heyecan Türk basınının hararetli desteğiyle dalga dalga bütün Türkiye’yi kaplamıştır. Böylece Türk Ulusu Kıbrıs konusuna “milli dava” olarak sarılmıştır.
Türkiye, Kürt sorununda belki de en kritik eşikte bekliyor. ‘Taraflar’ şimdiye kadar hiç olmadığı kadar ciddi bir çözüm için fedakârlık yapıyor, risk alıyor. Kürt sorununun bir alt kümesi olan terör yüzünden canı yanmış insanlar bile çözüm için gördükleri zarar konusunda yutkunmaya hazır. Müzakere sürecinin büyük ümitlerle başlaması güzel, ancak önemli bazı konuları hatırlatmak gerekiyor.
İlk olarak, Kürt meselesi 15-20 yıl önce belki yoğun olarak bir demokratikleşme ve kalkınma sorunuydu ancak şimdi bir kimlik sorunu. Demokratikleşme ve kalkınma Kürt meselesinin tabii ki hala özünde duruyor, ancak sadece bunları düzelterek bu sorunu çözmek imkanı kalmamıştır. Kimlik sorunlarının tipik bir sonucu olarak Kürt kimliğinin idari taleplerini de karşımızda görebileceğimizi kabullenmek gerekiyor.
Zaman zaman duyduğumuz siyasal tekerleme, bize memlekette “Çerkez, Laz, Kürt....” yetmiş iki buçuk milletin olduğunu söyler.
Kürtler bir arada
Ancak Kürtlerin küçük bir farkı var: Dağınık olarak yaşayan diğerlerine göre Kürtler, yoğun olarak ve tarihten beri belirli bir yerde yaşıyorlar. Cesaretle şunu yazmak gerekiyor: Kürtlerin kendileri ile özdeşleşmiş bir coğrafyası da var. Ne
Fatih Sultan Mehmet adı, ne yazık ki yalnızca 1453’te İstanbul’un fethiyle özdeşleştirilmiştir. Hiç kuşkusuz, İstanbul’un fethi, dünya siyasal tarihi açısından oldukça önemlidir. Ancak, Fatih Sultan Mehmet’in asıl devlet adamlığı, İstanbul’un alınışından sonra başlamış, Fatih, aslolanın İstanbul’u almak değil; elde tutmak olduğunu belirterek jeopolitik stratejisini genişçe bir öngörüyle oluşturmuştur. İstanbul’un fethinden sonra, dünya politikasına egemen olmak için Mora Yarımada’sı, İstanbul ve Kırım’ı elde tutmanın dehasını ortaya koymuş, bu bağlamda yeni seferlerini bu yönlere doğru başlatmıştır.
İç hukuk sistemi
Böylece 1460’da Mora, 1475’de de Kırım’ın fethiyle Karadeniz’i bir Türk gölü haline getirmiş, 1480’e kadar da balkanların genişçe bir bölümünü almış Sırbistan (1454- 1459), Mora Romanya, Moldova, Bosna-Hersek, Arnavutluk, Venedik ve Macaristan seferleriyle Osmanlı İmparatorluğu’nun kısmen Batı Akdeniz Avrupa’daki egemenliğini pekiştirmiştir.
Batılı siyasi tarihçiler bizden farklı olarak 1453 değil de, Orta Çağ’ın kapanıp, Yeni Çağ’ın başlangıcı olarak her ne denli 1492 Amerika Kıtası’nın keşfini kabul etseler de , bu keşfe yol açan temel nedenlerden birisi,
Kürt sorununun, Türkiye’nin halihazırdaki en büyük ve acil çözüm bekleyen sorunu olduğunda kuşku yok. Bu sorun eğer makul bir süre içinde hakkaniyete uygun bir çözüme kavuşturulabilirse, bu, Türkiye’de toplumsal barışın tesisi bakımından olduğu kadar, insan hakları ve demokrasi bakımından da bir kazanç olacaktır. Ne yazık ki, Türkiye bu meselede şimdiye kadar çok zaman kaybetti.
Terör sorunu mu?
Kabul edelim ki, Kürt sorununun çözümü konusunda AKP iktidarına gelinceye kadar ciddi bir adım atılmadı, atılamadı. Esasen, devlet elitleri uzun süre bu sorunun varlığını inkâr ettiler. Karşı karşıya olunan şeyin bir “terör sorunu” olduğunda ısrar ettiler ve “çözüm”ü de bununla tutarlı olarak “güvenlikçi” tedbirlerde aradılar.
Meselenin terör ve şiddetten ibaret olmadığını fark ettiklerinde bile, aslında sosyo-politik, kültürel ve hukuki boyutları olan esaslı bir sorunla karşı karşıya olunduğunu itiraf etmekten yine kaçındılar ve bu sefer “Güneydoğu sorunu”ndan, “ekonomik geri kalmışlık sorunu”ndan dem vurdular. Merhum Turgut Özal’ın ve daha sonra Süleyman Demirel’in Kürt sorununun varlığını kabul eden açıklamalarının ise arkası gelmedi veya getirilemedi.
Gelgitler yaşandı
Türk Ceza Kanunu’nda cinsel istismar ve saldırı suçlarına maruz kalan mağdurun beden veya ruh sağlığının bozulması halinde verilecek cezanın belli oranda artırılması öngörülmüştür. Bu uygulamadan bir an önce vazgeçilmesi gerekmektedir. Zira raporun aldırılması prosedürü bizzat mağdurların beden veya ruh sağlığının bozulmasına neden olabilmektedir...
Bugüne kadar yargının işleyişini hızlandırmayı ve uygulamada görülen eksiklikleri gidermeyi amaçlayan birçok kanuni değişiklikler yapıldı. Bunlardan en sonuncusu kamuoyunda 3. yargı paketi olarak adlandırılan, 5 Temmuz 2012 tarihli Resmi Gazete de yayınlanarak yürürlüğe giren 6352 sayılı Kanundur. Meclisin tatile girmesinden önce kanunun çıkarılması düşünüldüğünden taslaktaki birçok düzenleme kanunlaşamamış ve sonraya bırakılmıştır. Bu yazıdaki amacımız dördüncüsü olduğu söylenen yargı paketiyle ilgili yapılacak çalışmalarda ileri sürecek olduğumuz hususların da kamuoyunda tartışılması ve uygun görülenlerle ilgili yasal değişikliklerin yapılmasıdır.
Adli para cezası
5275 sayılı Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanun’un 105/A-1 maddesine göre “Koşullu salıverilmesine bir yıl veya daha az süre kalan iyi hâlli
Ülkemizin bilimsel yayın üretme performansı, 2004’ten itibaren ciddi yavaşlama, son 4 yılda da gerileme şeklinde özetlenebilir. G. Kore, Tayvan ve İran ile bu dönemde yarışamamaktayız. Yenilikçilik ve rekabetçilik açılarından gelecekten beklenti olabilmesi için, toplumun yetkililerden durumu düzeltme yolunda ısrarlı ve öncelikli talebi olması zaruri.
Bilimi genelde hatırlayıp önemsemeyen toplumumuz, geçenlerde ODTÜ’de öğrencilerin protesto gösterisi ve emniyet güçlerinin orantısız güç kullanımı ile siyasi iktidarın öğretim elemanlarını hakir görücü ifadeleri nedeniyle, bilim teğet biçimde gündeme geldi.
Bilimden köken alan bir teknolojik olay, Göktürk-2 istihbarat uydusunun Çin’de uzaya fırlatılması olayı istismar edilmeye çalışıldı. Fakat kamuoyu uzay uydusunun bizim için ne ifade ettiği, maliyetinin ve yararlarının ne olacağı konusunda ne fazla ilgilendi, ne de bilgilendirildi. Uzaya fırlatılan uydu, son 5 yıldır bilimde ne denli tıkanıklığa vardığımızın üstünü örtemez. Geçen yılı geride bıraktığımız şu sırada, bilimsel yayınların 2012’deki nicesel durumunun objektif olarak yakından izlenmesi gerekiyor.
12 ülkenin payı
Bilimde performansın çeşitli ölçütleri vardır.
Kişisel bir girişle başlıyorum: Torunum Alaz bir buçuk yaşında; doğumundan bu yana, ana-babasıyla Washington’da yaşıyor. Ana-babası evde, kendi aralarında ve onun ile hep Türkçe konuşuyorlar; birkaç aydır da anaokuluna gidiyor, orada da, doğal olarak, Amerikanca konuşuluyor.
ses çıkarıyor
Oğlumun birkaç gün önce bildirdiğine göre Alaz, artık etrafında konuşulan ve kendisine söylenen Türkçe ya da Amerikanca hemen her şeyi anlamağa, kendisi de, ‘eklemli söz’ gibi görünen sesler çıkarmağa başlamış; ama, anası ve babası ya da anaokulundakiler, ‘söyledik’lerini ‘anlama’yınca, sinirleniyormuş... Oğluma, “Merak etme; yakında, ayırdetmeğe başlayıp, yerine göre, evde Türkçe, okulda Amerikanca, anlaşılır konuşmağa başlar” dedim.
Farklı ‘anadiller’
Bunu söylerken, kendi deneyimime olduğu kadar, Noam Chomsky’nin ‘dil gelişimi’ kuramına dayanıyordum: Dil ya da Çocuk Psikolojisi’ndeki çeşitli kuram ve deneyden (Chomsky, Piaget, Köhler, Lacan, vb) edinilen sonuçlara göre, bir insan yavrusu, iki-üç yaşından başlayarak, içinde doğduğu aileye, anasına ve yaşadığı topluma bağlı olarak, çok farklı ‘anadil’ler edinebilir: Bir ‘projeksiyon’a göre, elverişli koşullarda, yaşamının ilk 15