Yerli otomobil için bir babayiğit yetmez

11 Ocak 2013

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın “Yok mu bir babayiğit” haykırışıyla gündeme gelen, Türkiye’de yerli otomobil üretme sevdası ilk olarak 1960 darbesinin hemen ardından dile getirilmişti. Dönemin Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel’in deyişiyle “şark zihniyeti” nedeniyle başarısızlığa uğrayan ve rafa kaldırılan proje yaklaşık 50 yıl sonra başta Başbakan Erdoğan olmak üzere, tüm hükümet üyeleri tarafından sıklıkla telaffuz edilir oldu. Ekonomi Bakanı Zafer Çağlayan da son olarak özel sektörün isteksiz olması halinde projeyi devletin devralabileceğini söyleyerek bu konuda hükümetin kararlılığını bir kez daha gösterdi.
Otomobil, on yıllardır bireysel kitle tüketiminin en önemli simgesi konumunda ve güçlü geri bağlantıları nedeniyle de birçok iş koluna hayat verebilecek lokomotif bir sektör olarak görülmekte. Bu nedenle İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, dev otomobil markaları yaratabilmiş Güney Kore ve Japonya gibi geç sanayileşen ülkelerin hızlı büyüme performansında bu başarılarının payı da katkı sağlamıştır. Japonya’da Toyota ve Mitsubishi; Güney Kore’de de Hyundai ve Daewoo markaları bu nedenle birçok ülkenin yerli otomobil konusunda harekete geçmelerine neden oldu. Türkiye de bu

Yazının Devamı

Esas sorun savaşın kapanmayan yaraları

10 Ocak 2013

Türkiye Psikiyatri Derneği Diyarbakır Şubesi’nden dört kişilik bir heyet Uludere ilçesine bağlı Ortasu ve Gülyazı köylerine giderek yaptıkları araştırma ve gözlem sonuçlarıyla ilgili bilgi verdi. Buna göre, “Bölgede öfke ve umutsuzluğun hâkim olduğu ve kadınların yas tutmak amacıyla artık renkli kıyafetler yerine siyah elbiseler giydiği” belirtildi.

Farklı bir hayat
Türkiye’de Güneydoğu’daki çatışma bölgelerinin dışında yaşayanlar için gazete ve televizyonlara yansıyan çatışma haberleri bir yönüyle üzücü, bir yönüyle can sıkıcı, bir yönüyle de kanıksanmış nitelik taşımaktadır. Bu haberlerin içinde etkisiz hale getirilen terörist sayısı (bu öldürülen yerine kullanılır), yaralı ve şehit haberleri yer alır. Okuyucular için haber burada biter. Daha sonra hangi tarafta olursa olsun geride kalanların hayatlarından bir haber çıkmaz. Ölen ölür ve onlar için bildiğimiz hayat biter.
Ancak hem ölenlerin yakınları, hem yaralananlar, hem de çatışmaya katılıp yaralanmadan hayatta kalanlar için çatışma anından itibaren farklı bir hayat başlar. Yaralananlar eğer aldıkları yara kendilerinde önemli ve kalıcı bir iz bırakmışsa bunun getirdiği eksiklikle hayata uyum sağlayıp yaşama

Yazının Devamı

Türkiye’de pasif ötanazi yapılıyor

9 Ocak 2013

Yıl 1990. Alzheimer hastası Janet Adkins büyük ıstırap çekiyordu. Yaşamak ağır bir yüktü onun için. Düğmeye basarak koluna enjekte ettiği kimyasalla acılarına son verdi. Ona ölümünde yardımcı olan kişi, doktor Jack Kevorkian idi. Kevorkian, daha sonraki yıllarda özel olarak hazırladığı bir düzenekle yaklaşık 130 kişinin ölümüne yardımcı oldu. Kendisine niye böyle yaptığı sorulduğunda, acı çeken, tıbbi yardım olanağının kalmadığı hastaların ölmelerine yardımcı olmanın doğanın akışına uygun bir davranış olduğunu söyledi. ‘Tıpkı idrar yollarında tıkanıklığı olan hastanın önündeki engelin kaldırılması gibi’ diyordu.
Kevorkian, adam öldürme suçuyla karşılaşmamak için hastaların yaşamına doğrudan son vermedi, hazırladığı düzenekle hastaların düğmeye basarak kendilerini öldürmelerine olanak sağladı. Ancak yine de ötanazi uygulamakla suçlanmaktan kurtulamadı.

Istıraptan kurtarmak
Tıpta ötanazi olarak bilinen eylemin sözcük anlamı ‘kolay ölüm’, ‘tatlı ölüm’ demek. İyileşme olanağı olmayan ölümcül hastaların, dayanılmaz ıstıraplarından kurtulmaları için yaşamlarını acı vermeyen bir yöntem kullanarak sona erdirmek olarak biliniyor.
Dinler ölümü kolaylaştıran her türlü eylemi

Yazının Devamı

‘Bilgi Toplumu’ olmak zorundayız

8 Ocak 2013

Bugünlerde bir çağ değişimine hep birlikte şahitlik ediyor ve ‘Bilgi Çağı’na geçiyoruz. Dünya üzerindeki ülkeler de bu değişimden nasibini alarak hızla gruplaşıyor. Birinci sırayı ‘satılabilir bilgi’ üreten, ikinci sırayı ihtiyacı olan bilgiyi üretenler alırken acaba Türkiye hangi gruba dahil oluyor!

Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u alışı bir çağ değişimine neden olmuştur. 1400’lü yılların ortalarında İstanbul’da yaşamış olsa idik, tarihçiler henüz not düşmediğinden, çağ değişimine şahitlik ettiğimizi asla bilemezdik. Bu günlerde de benzer bir durumla karşı karşıyayız. Kısaca, şu anda yoğun günlük faaliyetlerimiz arasında belki fark edemiyoruz ama bir çağ değişimine hep birlikte şahitlik ediyoruz. Kısaca, ‘Enformasyon Çağı’ veya ‘Bilgi Çağı’na geçiyor, hatta bu çağın ilk yıllarını yaşıyoruz.

En kritik sermaye!
Bilgi çağının en belirgin özelliği olarak bilginin gün geçtikçe giderek daha büyük bir güç olarak ortaya çıkmasıdır diyebiliriz. Geçen yüzyılda kurum ve şirketlerin kaynakları önem sırasına göre yukarıdan aşağıya doğru dizildiğinde, fiziksel kaynaklar birinci sırada, finansal kaynaklar ikinci sırada yer alırdı. Son sırayı da entellektüel varlıklar, kısaca;

Yazının Devamı

‘SERA GAZI’NDA NASIL TASARRUF EDERİZ?

6 Ocak 2013

Avrupa Birliği (AB) aday ülke statüsündeki Türkiye, Kyoto Protokolü’ne göre sera gaz emisyonlarını azaltmak mükellefiyetinde olan ülkeler arasında yer almaktadır. Bu mükellefiyete tabi olan ülkeler, 1990 yılında olan sera gazı emisyonlarından % 5,2 (ABD’nin protokolü onaylamadığı için aslında bu oran % 4,2’dir; M.Ş.) oranında azaltmayı 2008-2012 arasında yapacaklardı. 2012 yılında Katar’da (Doha) yapılan son (netameli) toplantılarda Kyoto Protokolü’nde değişiklikler yapılmıştır. Bu değişiklere göre, 2013- 2020 arasında mükellefiyet sahibi ülkeler 1990 yılı emisyonlarından %18 oranında azaltmayı sağlayacaklardır. Bu ciddi hedefler karşısında Türkiye’nin durumunun irdelenmesi gerekmektedir. Zira, ilk dönemde önemli ölçüde gerçekleştirilemeyen hedefler, ikinci dönemde önemli adımlar atılmaz ise aynı başarızılıkların olacağının habercisidirler.

Enerji ihtiyacı artıyor
AB’ye aday olması yanında gelişmekte olan bir ülkedir Türkiye; diğer bir deyişle ekonomisi gelişmiş ülkelerden çok daha hızlı büyüyen, her geçen gün de enerji ihtiyacı artan bir durumdadır. Enerji tüketimi yoksa ekonomi de yoktur. Diğer bir deyişle, gelişmekte olan bir ülkenin sera gazı üretmemesi ya da sera

Yazının Devamı

Avrupa Birliği için yeni perspektifler

5 Ocak 2013

Temmuz ayında TAVAK Vakfı’nın (Türkiye- Avrupa Eğitim ve Bilimsel Araştırmalar Vakfının ) yaptığı araştırmaya göre Türkiye’de AB ye desteğin yüzde 18’lere kadar düştüğünü görüyoruz. 2014’te tam üyelik görüşmelerine karar verildiği zaman yüzde 74’lerde olan AB ye destek 2011 de yüzde 34’e ve 2012’de yüzde 17’ye kadar düştü. Aynı gelişmeyi AB içinde de görüyoruz. AB İlerleme Raporu Türkiye’ye karşı son 16 yılda hazırlanan en sert rapor. AB de Türkiye’nin AB’ye yönelik soğuk halini görerek buna göre adımlar atıyor.

AB için ne yapılabilir?
Türkiye gibi büyük ülkeler AB’ye ancak 7 yıllık yeni mali çerçeve döneminde girebiliyor. 2014’te yeni 7 yıllık mali çerçeve faaliyete geçecek. Türkiye’nin üye olabilmesi için en erken tarih 2021’dir. 2021’e kadar 500 milyonluk AB’ye büyük olasılıkla Hırvatistan’dan sonra, Sırbistan, Bosna Hersek ve Makedonya’nın gireceğinden hareket edebiliriz. Bu ülkelerin tümünün nüfusunun toplamı 14 milyonu geçmiyor. 2013’te nüfusu 80 milyonu bulacak olan Türkiye’nin AB’ye üyeliği ne getiriyor ne götürüyor ?
AB’ye tam üyeliğin 5 ayaktan oluştuğundan hareket ediliyor:
1- AB Avrupa Parlamentosu’na parlamenter gönderme ve oy hakkı.
Türkiye tam üye

Yazının Devamı

‘Yeni anayasa’ için ihtiyaç devam ediyor

4 Ocak 2013

Liberal anayasacılık felsefesi açısından anayasa yapmak demek, kısaca, devlet iktidarını sınırlayan ve onun kötüye kullanılmasını önleyecek güvenceleri içeren yazılı bir belge üretmek demektir. Yoksa, sadece devlet teşkilâtını gösteren bir belge sahici anlamda anayasa sayılamaz. Bu gelenek içinde devlet iktidarını sınırlamanın ilkeleri ile kurumsal araç ve mekanizmaları da üç aşağı beş yukarı bellidir. Bunlar insan haklarının, yatay ve dikey kuvvetler ayrılığı ile diğer denetim ve denge araçlarının, yargı bağımsızlığı öncelikli olmak üzere hukukun üstünlüğünün anayasallaştırılması olarak özetlenebilir.
Devletin yazılı bir anayasayla sınırlanmasında gözetilmesi gereken en temel ilke, hiç şüphe yok ki, insan haklarıyla ilgili başlıca hukuki güvencelerin anayasallaştırılmasıdır. Bu nedenle, “anayasa” olmak iddiasındaki bir metnin bu adı sahiden hak edebilmesi için, onun en başta insan haklarını devlet iktidarının kötüye kullanılmasına karşı güvence altına alması gerekir.
Sahici bir anayasa insan haklarını tanır ve onların korunması için elzem olan teknik-hukuki güvenceleri resmileştirir.

Toplumun iradesi
Anayasa yapmak, öte yandan, toplumun kendisini siyasi bir özne

Yazının Devamı

Mısır’da ordunun değişen yaklaşımı

3 Ocak 2013

15 ve 22 Aralık tarihlerinde iki ayaklı olarak gerçekleştirilen referandum süreci sonrasında kurucu meclis tarafından hazırlanmış olan anayasa taslağının kabul edildiği Mısır’da bugünlerde ilginç bir tartışma yaşanıyor. Bu tartışmanın konusu ise Mısır Ordusu’nun iktidarda bulunan Müslüman Kardeşler kökenli Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi ile olan uyumu ve anayasa referandumu öncesinde düzenlenen muhalif gösteriler bağlamında kendisini fazlaca göstermemesidir.

ORDU GERİ PLANA ÇEKİLDİ
Mursi’nin başkanlık koltuğuna oturmasının ardından Mısır Ordusu’nun tutumunda önemli bir farklılık sezinliyoruz. Mursi iktidarının ilk aylarında Yüksek Askeri Konsey eliyle sürecin yürütüleceği mesajının verilmesine karşın Ağustos 2012 itibarıyla Mursi tarafından Yüksek Askeri Konsey Başkanı’nın görevden alınması, Mısır Ordusu’nun stratejik bir tercihte bulunduğunu ve Yüksek Askeri Konsey’i gözden çıkararak Muhammed Mursi ile ilişkilerin belli bir dengeye göre yürütülmesi yönünde bir eğilim gösterdiğini ortaya koymaktadır.
İşte tam bu noktada Mısır Ordusu ile Yüksek Yargı arasındaki müttefiklik ilişkisi de sona ermiştir. Zira Mısır Ordusu, anayasa referandumu ve kurucu meclisin feshedilmesi

Yazının Devamı