Türkiye’nin son birkaç yılın kayıtsızlığından bir an önce kurtulması ve Türkiye-AB ilişkilerinin yeni bir vizyonla canlandırılması gerekmektedir. AB’nin yaşadığı ve daha bir süre devam edeceği anlaşılan ekonomik krizi, yeniden şekillenmesi kaçınılmaz olan Avrupa mimarisinde Türkiye’ye uygun bir yer açmanın fırsatı olarak değerlendirmekte fayda vardır.
Adalet ve Kalkınma Partisi’nin dış politika performansını genel hatları ile iki ayrı döneme ayırıyorum. 2002’den 2008 sonlarına kadar uzatılabilecek önemde izlenen dış politika, büyük ölçüde yenilikçi, bazı kalıp ve ezberleri bozan, iç politika ile tutarlı, Türkiye’nin önceliklerini hiçbir kuşkuya yer bırakmadan tanımlamış bir siyasal tercihler bütününü yansıtmaktaydı. Bu döneme damga vuran en temel konuda AKP, başta kendi tabanından gelebilecek tepkileri göğüslemeyi göze alarak cesur bir politika izleyebilmişti. Sayın Erdoğan’ın daha başbakan olmadan, parti başkanı sıfatıyla AB'nin 2002 aralık ayındaki Kopenhag zirvesine Başbakan sayın Gül ile birlikte katılışı, bunun öncesinde de bir dizi AB başkentini ziyaret ederek diplomatik girişimlerde bulunuşu, AKP'nin AB üyeliğini temel bir tercih olarak benimsediğini göstermesi
Yükseköğrenimini tamamlayanların iş bulmalarında üniversitenin daha etkin olması gerektiğini savunanların sayısı, her geçen gün artmakta. Gittikçe artan rekabet ortamında hemen hemen her üniversite, mezunlarının iş bulmasını kolaylaştırmak için “Kariyer Merkezi” açmakta ve meslek sahiplerini öğrencilerine çeşitli etkinliklerle tanıtmakta.
Önceki yıllarda üniversiteyle iş yaşamının arasında kalın duvarlar olduğu gerçeği anımsanırsa gelinen bu noktanın çok önemli olduğu düşünülebilir. Ancak bu defa da her şey sadece iş yaşamına göre düzenlenirse, bu da bir başka aşırılığa götürmez mi toplumu? Gerçekten de bu noktaya gelinmesinde, üniversiteyi, doğrudan meslek insanı yetiştiren bir kurum olarak görenlerin payının büyük olduğunu, iş dünyasının pratik-pragmatik talebinin de bu yönde geliştiğini, kuramsal yanın pek de dikkate alınmadığını ileri sürebiliriz.
Teori ve pratik
Burada gözden kaçırılan husus, tüm eğitim bağlamlarında teoriyle pratiğin, kuramla eylemin birlikteliğinin taşıdığı önemdir; birlikte olmalarının gerekliliğidir. Alan bilgisi eleştirel-yaratıcı-özenli düşünme ve dile getirme gibi yetkinliklerle çerçevelenmediği takdirde, yenilikçi olunmasının mümkün
Türkiye’nin adının hâlâ ‘Turkey’ yani ‘Hindi’ olarak kalması ve anılması, akılla mantıkla bağdaşıyor mu? Türkiye’yi, tüm Türk ulusunu ilgilendiren kolektif bir vurdumduymazlıkla, Türk devletinin dünyada ‘Turkey’ adını kullanmasıyla, adı ve anlamı tam da üstünde, milletçe ‘Hindi’liği kabullenişin psiko-dinamiklerini tartışmamız gerektiğini düşünüyorum.
‘Republic of Turkey’in Türkçe karşılığı olan ‘Hindi Cumhuriyeti’ adını şimdiye değin değiştirmeyecek kadar benimsemek, onur kırıcı değil mi? Sorun, sadece bir grubu ilgilendiren duygusal, münferit bir rahatsızlık değil, dünyadaki tüm insanların bilinç altında 75 milyon Türk vatandaşını, hindi sözcüğüyle resmetmesi sorunudur.
Kim hindi olur!
Tam da, bir televizyon dizisinin, tarihi olayları ve şahsiyetleri aşağıladığı gerekçesiyle, bir milletvekili tarafından, ecdadımızı koruma amacıyla bu gibi filmlerin yasaklanması için kanun teklifi verilirken, ülkemizin adının böyle bir kümes hayvanın adıyla anılmasına ve algılanmasına nasıl tahammül edilmektedir? Esas bu rencide edici isimden kurtulmak için kanun teklifi verilmesinin tam zamanıdır. Tek bir milletvekili bile kendi soyadının hindi olmasını kabul etmeyi düşünmezken,
Her yılın bitimi bir muhasebedir. İnsan geçmişe bakar. Yaptıklarına, yapmakta yetersiz kaldıklarına. Ülkeler de öyle. Bir yıl biterken Türkiye neyi devretti? Yılın son gününde koca bir ayrışmayı. Acıda ayrışmayı, çözülüşü. Uludere bir girdap. Orada ölen insanların öldürülme biçimlerinden çok, sonrasında devletin takındığı tavır, nasıl bir ülkede yaşadığımızı, nasıl yönetildiğimizi ortaya serdi.
Geçtiğimiz yıl boyunca defalarca Uludere’ye gittim. Orada evlatlarını kaybeden ailelerle görüştüm. Anlattıklarını dinlemeye çalıştım. Rüyaları, hayatları, gelecekleri ellerinden alınmış o insanlarla hemhal olmanın verdiği ruh haliyle belki de hep şunu düşündüm; devletin yüce makamlarında oturanlar için o acıyı anlamak, onlarla duygudaş olmak bu kadar mı zor?
Sorunu anlamak
Geçtiğimiz günlerde ABD Başkanı Barack Obama 26 küçük çocuğun ölümüne sebep olan vakada, tüm dünyanın gözü önünde ağlarken aynı soruyu hatırladım. Obama dahli olmadığı bir olaydan dolayı, çocuk vatandaşlarına sessizce gözyaşı döküyordu. Bir devlet adamı olarak kimse onu sorumlu görmediği halde. Emrindeki bir asker yahut bürokratın hatası olmadığı halde.
Bizde ne oldu peki? Cumhuriyet tarihinin en asimetrik
Yükseköğretim Kanunu’nu değiştirmek üzere hazırlanan Yükseköğretim Kanunu Taslağı kasım ayı başında kamunun bilgisine sunuldu ve tartışılmaya başlandı. Fakat bu tartışma, acaba bir demokraside olması gereken ilkesel ölçülere sahip bir çerçeve içinde başladı diyebiliyor muyuz? Ben, bu tartışmanın üç önemli gediği olduğunu düşünüyorum.
İlkin, bir kanun taslağı olarak, bu metnin bir genel gerekçe ve madde gerekçelerini görmek isterdik. Zira gerçek bir tartışmada, böyle bir ‘yeni’ hazırlık metninin temel motiflerini bilmek esastır. Bunu madde metinleri üzerinden keşfetmek zor olmasa da, açık ve şeffaf bir tartışmanın sağlanması bakımından bu eksikliğin mazur görülmesi mümkün değildir.
İlginç bir durum
İkinci olarak, hazırlanan metin müstakbel bir yasama işlemi, bir ‘kanun taslağı’dır. Dolayısıyla, düzen getireceği alan bakımından, bir kanun olmanın güçlü hukuki güvencesini ortaya koyması beklenir. Ancak, mevcut taslak metninde 34 farklı konuda ilgili düzenlemelerin yönetmeliklerle (yani yasama değil idarenin düzenleyici işlemleriyle) yapılması öngörülmüştür.
İlginç bir durum, ama mesela 1981 yılında kabul edilen mevcut Yükseköğretim Kanunu’nda bu sayı 13 idi. Demek ki,
1447 yılında Dimetoka’da doğan, 1481 yılında tahta geçip, 1512 yılına kadar, 31 yıl iktidarda kalan 2.Bayezid, bugüne kadar ihmal edilmiş; değeri pek anlaşılmamıştır. Babası büyük Fatih Sultan Mehmet ve oğlu Yavuz Sultan Selim arasında sıkışıp kalmış; üzerinde kardeşi, muhteris Şehzade Cem’in, ela gözlü, isyankâr ve yakışıklı gölgesinin dolaştığı bir hükümdardır 2.Bayezid. Bir yanda babası Fatih’in büyük atılımları ve oğlu Yavuz Selim’in ele geçirdiği geniş topraklar göz kamaştırmaktadır. Öte yanda ise Şehzade Cem’in mağdur edilmiş görüntüsü onun önüne dikilmektedir.
Türk tarihini sadece büyük fetihler zinciri veya büyük toprak kayıpları olarak algılayan; bunu uygarlık, kültür ve sanat zenginliklerinden, diplomatik başarılardan kopuk okuyan bir zihniyet veya bakış açısıyla 2.Bayezid’i anlamak ve yorumlamak elbette mümkün değildir.
Bayındırlık atılımları
Oğlu Yavuz Selim’i yüceltmek amacıyla yazılan “Selimnameler”, onu zayıf bir hükümdar olarak tanıtmıştır. Buna bir de, insanların “mağdurdan yana olmak” duygusunu harekete geçiren, Şehzade Cem olayını da eklemek gerekmektedir. Üstelik bir sürü Avrupalı ve Türk yazar, popüler tarih kitapları ve romanlarıyla, bir Cem
“Siyasi istikrar ekonomik istikrarı getirecek, mevcut iktidara oy vermeye devam edin” deniyordu. Ama şunu gördük, bugün artık o siyasi istikrar ortadan kayboldu. Ekonomik istikrar da kaybolmak üzere... Türkiye’yi kısa vadede bekleyen riskler; on yıllık ekonomi politikalarının eseri.
Borçlarımız hızla artıyor, tasarruf oranlarımız hızla düşüyor, işsizlik rakamları 10 yıldır yerinde sayıyor. Enflasyon hedefi yıllardır tutturulamıyor; ekonomi yönetimi, bugün özel sektörün artan borçluluğu karşısında üç maymunu oynuyor. Cari açığın ateşi bacayı sarmış, birileri yangına bahçe hortumuyla koşuyor.
Karanlıktaki sefalet
Vaziyetten tedirgin olmamak imkânsız. Türkiye’nin büyüme performansı ortada; 9 aylık dönemde yüzde 2.6 oranında büyüme gerçekleşmiş. Son 10 yılın ortalaması yüzde 5, bir istikrarsızlık söz konusu. O beğenilmeyen koalisyonlu yıllarda yüzde 3.5 ile 4 arasında bir büyüme söz konusu. 2002 yılında 57’nci Hükümet olarak büyümeyi yüzde 7.2 olarak devrettik. AKP sonrasında neyi devralacağımızsa meçhul.
On yıllık imtihan göstermektedir ki; AKP’nin ekonomi politikası, asla sürdürülebilirlik gayesini gütmemiş; konjonktürel genişlemelerle yetinilmiştir. Neticede küresel
Geçen hafta Moskova’da Putin yönetimine karşı yeni bir muhalif eylem vardı. Ama eylem, muhalefet ne kadar tersini iddia etse de, bir hayli cılız kaldı. Dahası önemli bazı muhalif isimler, eylem sırasında ve sonrasında gözaltına alındı. Putin bu eylemlerin ülkenin birliğine zarar verdiğini ve Rusya’nın düşmanları tarafından organize edildiğini söylüyor. Muhalefetin temel meselesi, özünde hala mart ayında yapılan ve Putin’in yüzde 64 oy ile üçüncü kez devlet başkanı seçildiği genel seçimler. Muhalif çevreler mart seçimlerine ciddi oranda hile karıştırıldığına inanıyor. Ama, seçimlerin yenilenmesi için yaptıkları çağrının uyandırdığı heyecan ve destek her geçen gün zayıflıyor.
Popüler kültür ikonu
1999 sonundan beri Rusya’nın kaderine hükmeden Putin’in mevcut durumunu ve muhalif güçlerin geleceğini anlamak için olabildiğince farklı çevrelerin görüşlerini dinlemek istedim. Putin’in sırrı ne? Ekonomide yarattığı dönüşüm mü? Rus devletinin derinliklerinden gelmesi ve devlete çekidüzen verebilmiş olması mı? Putin, devlet aygıtına hakimiyetinden mi yoksa halkın özgür iradesinden mi güç alıyor?
İlk öğrendiğim şu ki, Moskova’da hangi kesimle konuşursanız konuşun Putin’den