Ölüm cezası, epeyce tartışmalı bir arka plan ile yeniden tartışmaya açılmış durumda. Ölüm cezası ‘açılımının’, en az kendisi kadar ilginç dayanak noktalarından birisi, affetme yetkisinin insan öldürme fiilleri bakımından devlete ait olmadığı, mağdurun ailesine ait olduğu saptaması. Bu tespitin cezalandırmanın kaynağını speküle etmesi dolayısıyla felsefi ve tarihsel olarak ilginç bir konuya temas ettiği ve esas olarak, hadd ve tazir cezaların yanında kısas ve diyeti öngören İslam ceza hukukuna gönderme yaptığı açık. Nitekim bu esaslara dayanan bir ceza sistemini benimseyen Suudi Arabistan ve İran’da kısas ve diyetin uygulandığını biliyoruz ve bu ülkelerdeki uygulama zaman zaman Uluslararası Af Örgütü’nün ağır hak ihlalleri raporlarına yansıyor (bkz. Amenah Bahrami olayı). Fakat, bu ülkelerde şer’i hukukun bir tezahürü olarak ortaya çıkan diyet ve kısas uygulamasının sistemimize ne kadar yabancı olduğunu belirtmeye gerçekten lüzum var mı?
Bu tartışma siyasi iktidarın en yetkili sözcüsü, Sayın Başbakan tarafından başlatıldığına göre bazı kısa hatırlatmalar yapmak zorunlu görünüyor. Öncelikle, sadece cumhuriyetin değil, Osmanlı’nın da, 19. yüzyılda iki önemli adım ile, 1810
“Anayasa bireysel hakları tecavüzlere karşı korursa da, o bir intihar fermanı değildir.” Bu cümle Amerikan Yüksek Mahkemesi’nin 1963 tarihli bir kararında yer alıyor. ABD’nin kuruluşunun fikri mimarlarından sayılan Benjamin Franklin ise bir keresinde şöyle demiş: “Biraz güvenlik elde etmek için özgürlükten vazgeçebilenler ne özgürlüğü ne de güvenliği hak ederler.”
Bu sözlerde birbirine tamamen zıt olan iki farklı görüş yansımaktadır. Birincisinde Yüksek Mahkeme demek istiyor ki, sivil özgürlükleri koruma konusunda “aşırıya” kaçar ve güvenlik (ve düzen) ihtiyacını gözardı ederseniz, bu sizi intihara götürebilir. Benjamin Franklin ise bunun aşağı yukarı tersi yönde bir uyarı yapmış: Güvenlik kaygısını ileri götürürseniz, karşılaşacağınız son sadece özgürlüklerinizi yitirmek olmaz, asıl amacınız olan güvenliği de elde edemezsiniz.
‘DENGE’ METAFORU
Hangi görüşün doğru veya daha ikna edici olduğuna gelince, şurası kesin: Soyut veya teorik tartışma düzeyinde özgürlükçü perspektifin taraftarları güvenlikçi yaklaşımdan pek aşağı kalmayabilir, ama pratikte çoğu zaman güvenlikçi yaklaşım galip gelir. Bunda, güvenlik odaklı yaklaşımın insanın soğukkanlı düşünme yeteneğini adeta
AB ile ilişkilerimiz 2005 yılından beri birbirinden tamamen farklı iki süreçte yürüyor. Bu süreçlerden ilki, 1963 tarihli Ankara Anlaşması ile 1973 tarihli Katma Protokol uyarınca karşılıklı yükümlülükleri içeren ve her iki taraf için de bağlayıcı olan Ortaklık Hukuku’na dayanan “Hukuki Süreç”; diğeri ise 3 Ekim 2005 tarihli Müzakere Çerçeve Belgesi’nin öngördüğü ve bu aşamada sadece bizim için yükümlülükler içeren tam üyelik “Katılım Süreci” veya “Siyasi Süreç.”
Kazanılmış haklar
Bilindiği gibi, Türk vatandaşları 1950’li yıllardan 1980 yılına kadar, takriben 30 yıl, bugün Avrupa Birliği üyesi olan ülkelerin çoğuna vizesiz girme hakkına sahip bulunmaktaydı. Bu kazanılmış hakkın iki ana hukuki kaynağı bulunmaktadır:
İlk ve öncelikli kaynak Türkiye’nin yine 1950’li yıllarda Avrupa ülkeleriyle Vizelerin kaldırılması hakkında çeşitli tarihlerde yaptığı ikili anlaşmalar; diğeri ise Avrupa Konseyi’nin Kişilerin Serbest Dolaşımı Hakkında, hem Türkiye’yi hem AB’nin bugünkü bir kısım üyelerini içine alan 1957 tarihli anlaşmasıdır. Bu çok taraflı anlaşma uygulaması 1980 askeri darbesiyle taraf ülkelerce Türkiye’ye dönük olarak askıya alınmış, Türk vatandaşlarının taraf ülkelere
Türkiye’nin çağdaş sanatları son 15 sene içinde inanılmaz bir boyuta geldi ve inanıyorum ki gelecek 4-5 sene içinde Avrupa’nın en önemli merkezlerinden biri, hatta en önemlisi Türkiye olacak (merkez İstanbul).
Bu, bugünün pozitif bilançosu. Sanat artık bir kapital durumuna geldi ve finans krizlerinden bile etkilenmeden kendi parasal gücünü devam ettirmekte. Örneğin 2008 yılındaki büyük kriz sırasında Almanya’daki Sotheby’s de Damien Hirst 400 yapıtını açık artırmaya çıkardı. Elde edilen para miktarı yaklaşık 350 milyon dolardı. Hemen hemen hepsi satıldı. Peki o zaman kriz nerdeydi, gerçekten bir finans krizi yaşandı mı? Var olan para nereye yönlendi? İşte bu durum sanatın bugünkü finansal ve kapital olarak gücünü göstermekte. Kimse aldığı yapıtı sanatsal değerinden ötürü almıyor artık.
Çeşitli değerli taşlar, mücevherler, külçe altın kalıpları gibi resim, video, obje vs alıyor. Boynuna mücevher diye asamayacağı için, duvarına resim diye asıyor veya bankasının gizli bölümünde veya yüzlerce gizli kamera altında, gümrükten arınmış bir bölge içinde, transport firmalarının depolarında saklıyor. Tüm bu karışık düzene bugün Türkiye uyum sağlayarak buna dahil olma aşamasına
İsviçre istikrarlı, huzurlu bir toplum. Farklı dillerin devlet düzeyinde resmiyet kazandığı, farklı dinlerin kol kola yaşadığı, yaşatıldığı bir ülke.
Başka ülkeler gibi bunu petrole, silah sanayine, göçmenleri köle gibi sömürmesine değil, kendi kültür ve insanlarına borçlu.
Başkanlarının adını kim bilir?
Kahraman askerlerinin?
Gözü pek devrimcilerin?
İsviçre’nin bildiğimiz tek özgürlük timsali 600 yıl önce 14. yüzyılda. O da, oğlunun başındaki elmayı vuran, adının bile ülkesinde dört ayrı dilde anıldığı Giyom Tell.
İngiliz sömürgesi olmaktan kurtulan ABD modern anlamda demokrasiyi benimseyen ilk cumhuriyet. Bağımsızlık savaşının Başkomutanı General Washington, ülkesi özgürlüğe kavuştuktan sonra iki kez başkan seçildi. Üçüncü dönem başkan olmayı kendisi reddetti. Çiftliğine çekildi.
Partiler yasama ve yürütmeye ilişkin önerilerini sunduğuna göre, Anayasa Uzlaşma Komisyonu’nun temel haklar kısmını rezervlerle birlikte tamamladığı ve teşkilat kısmına geçiş kararı aldığı anlaşılıyor. Elliye yakın temel hak maddesinden sonra verilen önerilerdeki madde sayıları, “yeni” diye etiketlediğimiz anayasanın -eğer tamamlanırsa- 1982 Anayasası’ndan çok da kısa olmayacağının işareti gibi duruyor.
Oysa ki son iki yılda gerçekleşen toplumsal talep ve önerilerinin ortak paydası “kısa, öz, özgürlükleri meşruiyet temeli sayan, katılımcı, ademi merkeziyetçi, etkin ve hızlı bir siyasal teşkilatın kurulması” idi. Toplumun %80’inden fazlası bu anayasa yapımı sırasında kırmızı çizgilerden, darbe anayasalarının mantık, kurgu ve dilinden uzak durulması gerektiğini söylüyordu. Türkiye’nin yeni anayasa arayışı, tam da bu nedenle eskinin sürekliliği içinde “başarıyla” sonuçlanacak bir arayış değil.
İşaretler kavga yönünde
Bu noktanın altını defalarca çizmekte yarar vardır.
Partiler yasama ve yürütmeye ilişkin önerilerini sundu. Şimdi Türkiye’de parlamenter sistem veya başkanlık sistemi ya da ara modellerden hangisini seçeceği sorusunun cevabı aranacak. Ama işaretler bir
90’lı yılların başında “mesele”yi sadece terör boyutu ile görmenin eksik olduğunu düşünüyordum. İKV Başkanlığım sırasında bu konuda raporla sonuçlanan bir çalışmaya öncülük ettim. İlk adım, Türkiye’de “Dağ Türkleri” olmayan “Kürt Kökenli Kardeşlerimiz”in varlığının teyidi idi. Çalışmaya “Kürtler ve Türkiye” adını verdik. Yönetim kurulumuzda dahi hararetli tartışmalar, istifalar oldu.
Konuşmamı bitiremedim
Tartışmasında tedirginlik, teşhisinde zorluk çektiğimiz bir sorunla yaşıyorduk. Sorunu TBMM’de “Doğu ve Güneydoğu” olarak dile getirdim; verilen zamanın yetersizliğinden konuşmamı tamamlayamadım.
Son yıllarda çok şeyler değişti. Sorunun adını koyabildik. Tartışıyoruz; teşhis ve tedavi yönünde önemli adımlar atıldı. “Kürt Yoktur!”dan TRT’de Kürtçe yayın yapan kanala geçtik. Ancak; eksik tedavi iyileştirmede yetersiz kalabilir. “3T” olarak adlandırdığım “Tartışma, Teşhis, Tedavi” sürecini tamamlamak gerek. Bu süreci tamamlarken; devletimizin üniter yapısını, resmi dilini ve bayrağını tüm tartışmaların dışında tutmaya özellikle özen göstermeliyiz.
Tedavinin ana sağlık merkezi olan ‘Yasama’ platformunda olması ve buna ‘Yürütme’nin öncülük etmesi gerektiği tartışma
Sayın Başbakan yeni anayasanın yapım sürecine ilişkin olarak sürekli olumsuz mesajlar veriyor. Partisinin Kızılcahamam kampında yaptığı konuşmada da yeni anayasa konusunda umudunun azaldığını belirtti. Daha önceki konuşmalarında “Bu yıl sonuna kadar bu iş oldu, oldu. Olmadı, bizi daha fazla meşgul etmesinler, yolumuza devam ederiz” gibi sözler söylemişti.
Sn. Başbakan’ın bu tür konuşmaları, AKP’nin Uzlaşma Komisyonu çerçevesinde, uzlaşmaya dayanan bir anayasa yapmaktan vazgeçtiği, kendi anayasasını yapma hazırlığı içinde olduğu, başka bir deyişle 2010 Anayasa değişikliğindeki dayatmacı modele döndüğü izlenimi veriyor. Böyle bir izlenim anayasa uzlaşma komisyonu çalışmalarını ister istemez olumsuz etkiliyor.
Sn. Başbakan’ın görüşlerini değerlendirirken Anayasa Uzlaşma Komisyonu’nun geldiği noktaya bakmak yararlı olabilir. Komisyon, anayasanın yarısı olarak nitelenebilecek temel hak ve özgürlükler bölümünün yazımını hemen hemen bitirdi. Bu ana bölüm kişi hak ve özgürlükleri, siyasal haklar ve sosyal ve ekonomik haklar olmak üzere üç alt bölümden oluşuyor. Bu başlıklar altında 42 madde görüşüldü ve yazımı yapıldı. Bunlardan 16’sı üzerinde uzlaşı sağlandı. Uzlaşı