<#comment>#comment>
<#comment>#comment>
Bayram sonu derbisi beklenen futbol kalitelerinin üstüne çıkarak oynanıyordu Kadıköy'de... Fenerbahçe, hem son haftalardaki kötü sonuçlarını silmek, hem de Beşiktaş'tan puanlar almanın şartlanmasıyla sürekli saldırıyordu oyuna... Beşiktaş ise farklı puanlarla liderlik koltuğunda oturmanın ve de Fenerbahçe gibi zorlu bir rakiple oynamanın dikkatleriyle kurguluyordu kendi futbolunu...
Fenerbahçe, sezonun geçmiş zamanlarıyla hiç ilgisi olmayan bir çabukluğun titizliğiyle her anı, her pozisyonu ısrarla kovalıyordu oyunda... Beşiktaş'ın oturmuş futbol şablonunu bozmak için her bölgeye sürekli Sarı - Lacivertli ayaklar girip çıkıyor, sağ kulvardan özellikle Serhat ile hücumlar geliştiren Fenerbahçe, zor zamanlar yaşatıyordu Beşiktaş'ın savunma düşüncelerine...
Siyah - Beyazlılar da, Sergen - Tümer ikilisini orta alana sürerek, Fenerbahçe'nin pas yüzdelerini aşağıya indirmeye uğraşıyordu... İbrahim sol kanatta Ali Güneş'in gençliğini futbol çabukluğu ve tecrübesiyle aşmaya çalışıyor ve iki takım arasında kıyasıya bir puan kavgası yaşanıyordu ünlü derbide... İlk yarıda Sergen, topla Recep'in kale çizgisine kadar iniyor, ancak genç eldiven zor da olsa, topa
<#comment>#comment>
<#comment>#comment>
Buruk duygularla yaşadığımız bayram günlerinde UEFA'dan gelen siyaset ağırlıklı kararlar soğuk duş etkisi yaptı spor camiamızda...
Dev bütçelerle Dünya futbolunu bir ahtapot gibi kollarıyla sarıp, sarmalayan bu kuruluş, siyasi düşünen üyelerinin işleri karıştırdığı zamanlarda, işte şu günlerde olduğu gibi, tam bir "zırvalama kurumu" olup, çıkıveriyor ortalara... Artık terörün yeni yüzyılımızda üçüncü dünya savaşının şekillenmeye başlayan yeni bir surat biçimsizliği olduğunu göremiyor mu sanki bu anlı şanlı (!) hazretler ? Beşiktaş, Chelsea'yi kendi evinde devirdi. Yoksa bu acı yenilgi çok mu ağırına gitti İngiliz ve İtalyan UEFA'cıların ? Beşiktaş, niçin tarafsız bir sahaya çıksın da, İngilizler'in pestilini kendi sahasında keyifle çıkar masın ? Böyle bir korkuyu terör siyasetiyle örtmeye çalışmak yakışıyor mu sanki futbolun dünyadaki patronu UEFA'cılara ?..
Bizce bu iş Türkiye Cumhuriyeti'nin "onur kavgası" dır şu günlerde... Yazılı devlet garantisini görmezlikten gelmek pahasına UEFA'nın verdiği bu karar Türk devletini de hiçe saymaktır bir noktada... Juventus'un itirazı beklenen bir harekettir bizce... İtalyan bir işte, önce meselenin hergele
<#comment>#comment>
<#comment>#comment>
Fenerbahçe tanınmaz bir futbolsuzluğun acıları içinde kıvranıp, durmaktaydı Samsun'da... Bu takımın tertip garipliği öncesinde konuşulması gereken şey, Fenerbahçe'nin yarışmaya ve yarışmalara hazır bir takım olup, olmadığıdır işin aslında... Fizik güç ve kazanma düşünce ölçekleri açısından bir futbol takımı olabilmenin çok uzaklarında yaşıyor bu takım... Anlaşılan Daum'un yanındaki kondisyoner de, Kadıköy'de yan gelip yatanlardan birisi... Öyle ya, ligin 13. haftasını oynayan Sarı - Lacivertli kadronun fertleri kendi miğferi etrafından dışarı taşıp, rakibin üstüne üstüne hareketlenemiyorsa ve Hooijdonk'un dışında bütün takım "kurşun ayaklar" gibi bir ağırlığın içinde sıkışıp kalmışsa eğer, o zaman Daum ve teknik ekibini tek tek sorguya almak gerekmez mi "Baylar bu rezaletin adı nedir" diye ? Doğrusu ya, bir ara Samsunspor "15 pas" yapıp, "üç pas" yapmaktan aciz Fenerbahçe'ye ders verircesine top gezdirmeye başlayınca, tribündeki bizler bile sahadaki takımın Fenerbahçe olduğundan şüphe eder hale düştük...
Geçmiş haftaların takımdaki en tutarlı ikilisi olan Luciano ve Tomas'ı birbirinden koparıp, savunmanın göbeğini parçalamak ve İsmail Güldüren - Servet
<#comment>#comment>
<#comment>#comment>
Türkiye'nin Letonya'ya elenmesi, öyle kolay hazmedilecek bir futbol olayı değildir ülkemiz adına... Şu satırların yazarı da dahil, kimler ne fedakarlıklar yapmışlardır futbolun özerkliğine kavuşması uğruna... Ne saygın insanlar mahkeme kapılarında yıllarca sürünmüş, ne değerli isimler sadece özerkliğin gelmesi için federasyon başkanlığı tekliflerini dahi elleriyle geriye itmişlerdir bir bilseniz...
Ama ne oldu, yukarıdaki "sessiz kahramanlar" dan biri olan sevgili Şenes Erzik, özerkliğin direksiyonuna oturdu da, futbolumuzdaki "atamalı federasyonlar" keşmekeşliği sona erip, işler rayına oturabildi. Ekonomik güce kavuşan Futbol Federasyonu, Şenes Erzik'in kişilik klası ve ekonomi bilgisiyle birleşince, ortaya havuz organizasyonu da çıktı, bilimsel yönetim anlayışı da... Ancak bir şeyi iyi hesap edememiştik bu işe kafalarını koymuş bizler... Türkiye'de "seçme - seçilme" bilincinin oturmadığını hiç görememiştik sadece: Bir gün birisi çıkar ve bu delegelerin yarıdan fazlasını ele geçirerek, kendi padişahlığını kurar; işte bu hakikati atlamış olmamızın sıkıntılarıdır bu günlerdeki karanlık zamanlarda yaşananlar. Halbuki siyasetteki oynak zeminin, halkımızın
<#comment>#comment>
<#comment>#comment>
Türkiye, Letonya önünde ilk maç şokundan çıkmış ve kendinden çok emin bir futbol mantığıyla giriyordu aslında bu çok önemli geceye...
Tertip doğru, oyun planları yerli yerinde ve oyuncuların aklı kazanmak üstüne kilitliydi. Tümer orta sahayı ustaca harmanlıyor, attığı bütün paslar Letonya savunma çizgisinin tüm sağlam noktalarını zorluyordu sürekli... Solda İbrahim, son model bir lokomotif intizamıyla çizgi boyunca soluk soluğa çalışıyor ve İlhan Mansız da kendi markası bu üçlüyü tamamlayınca, tabii ortaya umut dolu bir sonucun ışıkları saçılıyordu. Sağda Nihat, sürekli kanat değiştiriyor ve çok da sağlıklı bir pas trafiğini tabii Tugay ateşliyordu orta sahada... Bu arada Letonya, kontratak umutlarıyla tüm futbol düşüncelerini Türkiye'yi oynatmama üzerine kuruyor ve tur için kendini zorlayacak bir ateşlemenin işaret fişeklerini tilki kurnazlığıyla bekliyorlardı sanki...
Ancak İlhan Mansız'ın 20 metrelerden vurduğu top, Türkiye'nin, Portekiz umutlarına netlikler getiriyor, ama gol sonrası ne Letonya oyunda tempo kaybediyor, ne de Türkiye sahaya yaydığı dinamik futbolundan vazgeçiyordu. Yani "kısasa kısas" bir eleme maçı oynanıyordu. Tek gol yetiyordu
<#comment>#comment>
<#comment>#comment>
Milli Takım yarın Letonya ile baraj maçına çıkacak... Geçmiş yılların büyük başarılarına imza atmış isimler yine sahada... Anlaşılan o ki, şimdi hocamız mazideki "ölümsüz gibi" algılanan isimlerin hala Portekiz'de iş yapacağını ve "Dünya üçüncüsü" Türkiye'nin unvanını daha da üst çıtalara çıkarabileceğine inanmaktadır... İnanç iyi bir meziyettir de, sonuçları yanlış çıktığı zaman çok üzer insanları...
Evet kadrodaki bilinen isimler için milli forma çok ayrı bir önem taşımaktadır... Tugay'ın futbolu bırakıp, bırakmama arasında gidip gelen duyguları belki baraj maçlarını taşıyabilir... Ama Tugay, Portekiz'e kafasında bitirdiği bir futbol hayatını taşıyarak giderse, ondan nasıl "ölümüne" bir yarışma mücadelesi ve verimlilik bekleyebiliriz ki? Kaptan Bülent'in durumu da oldukça nazik bir seviyededir Milli Takım'da... Bülent, Galatasaray ve milli kadroda büyük bir "futbol aşkı" sergilemiştir şu zamanlara kadar... Ancak onun da Portekiz'deki "kurtlar sofrasında" yüksek gerilimli maçlara dayanıklı bir nüfus kağıdına sahip olmadığını hep bilmekteyiz... Hakan Şükür'ün durumu ayrı bir merak konusu hazirandaki şampiyona finalleri için... Galatasaray formasında
<#comment>#comment>
<#comment>#comment>
Fenerbahçe, sahasında anınması çok zor bir "berbat oyun" makyajıyla oynuyordu. Bir takım, tribünlerden sıcacık duygularla kendilerine moral veren taraftarı hatırına koşar hiç olmazsa yahu... Daum'a sormak lazım; "Hocam bu takım oyun başlar başlamaz neden fişek gibi yüklenemiyor zayıf takımlara karşı... Ve niçin rakibi eksiltme şemalarını sergileyen pozisyon krokilere gözlerimize hiç takılmıyor Fenerbahçe'de"...
İkinci yarı defans, rakibi karşılama hattını orta çizgiye kurarak, alanı daraltıyor ve Fenerbahçe, Rize ile sahanın yarım bölümünde oynayarak, gücünü ve hızını ekonomik hale getiriyordu. Ancak uğraşlar boşa gidiyor, Fenerbahçe seyircisi, takımını gelecekten umutsuzca soyunma odasına gönderiyordu.
Ali Aydın'a gelince, "Victoria'ya ikinci sarı kart sonrası kırmızıyı niye unuttun" diye kimler soracak ? Bize göre kural hatası varsa bu maç tekrar edilmelidir. Ancak bu hata kabul görmezse, Ali Aydın'ın hakemlik mesleği güme gider. Her iki durumda da futbolumuz adına "ayıp" değil midir bu sonuç?
<#comment>#comment>
<#comment>#comment>
Serdar Bilgili başkanın yaptığı centilmen davranış futbolumuzda ders niteliği taşıyan bir hareketin işaret fişeği olmalıdır bizce...
Futbol oyununun derbiler serisinde Batı'daki büyük oyunlarda tribünler tam bir "FIESTA" yaşayıp, maç sonraları şarkılar, sevinçler içinde şehiri ayaklandırırken, bizdeki bu erken gelen öfke ve kin niye ki ?.. Geçmiş yıllarda Kadıköy'deki Fenerbahçe - Galatasaray maçında Fenerbahçe taraftarı yapmıştı takımı daha oyunun başında gol bulup, galibiyeti yakalamışken, "stadı dumana boğma" yanlışlığını... Ve 15 dakika kesilen oyun sonrası Galatasaray ayaklanıp, attığı gollerle de yakalamıştı beraberliği... Şimdi geçen cuma Beşiktaş tribünleri bir meşale kalabalığının dumanlarıyla oyunun kesilmesine sebep olmuş ve soyunma odasında oyuncularını maça hazırlamış teknik heyetlerin bütün çabaları bir anda silinip, gitmiştir futbolcu belleklerinden... Futbolumuzun artık Batı'da, hatta Dünya'da itibar gördüğü yıllar yaşanmaktadır... Öyleyse bizim tribünlerimizin de düşünce ve uygulamada yeni ve çağdaş kıyafetler getirmesi gerekmez mi ?.. Kardeşim, yeni başlamış ve her sonuca açık bir maçın daha ilk dakikalarında futbolcunun oyun