<#comment>#comment>Cumartesi günü Kadıköy’de yer yerinden oynayacak sanki... Maç günü ve saati yaklaştıkça insanlar yerlerinde duramıyor... Maçın önemi yanında İstanbul’un 55 binlik bir çağdaş stada kavuşması da bu unutulmaz haftanın apayrı heyecan kaynağı... Fenerbahçe yönetiminin büyük bir özveri ve çalışma gösterisiyle stadı bu haftaya yetiştirmesi, Sarı - Lacivertli camiada gerçekten bugüne kadar emsali görülmemiş bir "özel harekatötır.
Maç da çok önemli tabii... İki takımın da birbirlerine göre teknik avantajları veya dezavantajları apaçık ortada... Galatasaray’ın başındaki sakatlar kalabalığı Lucescu adına büyük bir handikap gerçekten... Ama Cim - Bom’un son yıllardaki bol seyircili ve atmosferi yüksek sayısız maçlar oynaması da cumartesi gerilimi adına büyük bir "deney avantajı" ... Ayrıca Hakan Ünsal’ın bu derbide forma giyecek olması da Cim - Bom’un sol kanat çıkışlarına büyük boyutlarda zenginlikler getirecektir.
Fenerbahçe’ye gelirsek, Herr Lorant hafta arası çok süslü laflar etmekte hayli başarılı... Ancak Fatih Akyel’i özürlü savunmada stoperliğe çekip, göbeğe çabukluk getirmesi dışında daha göze batan hiçbir yeniliği yok Sarı - Lacivertli kadroda... Kağnı arabası
<#comment>#comment>Fenerbahçe, Yozgat’ta hiç de öyle deplasman korkusunu atmış bir futbol kabadayısı kıyafetinde değildi doğrusu...
Yozgatspor’un, tatlı sert tarifini çok da aşan bir sertlikle ve telaşla götürmeye çalıştığı maçta Fenerbahçe de, oyunu rakibi üstüne açabilecek bir pas düzenini orta alanda bir türlü kuramıyor, sadece sağ ve sol kulvarlardan kaldırdığı doldurma ortalarla arıyordu gol şansını... Simao ilk kez gördüğü Yozgat’ın toprak sahasında hiç aksamadan top kullanmak istiyor, ille de derli toplu ve emin paslar yaratmak için en çalışkan ismi oluyordu Sarı - Lacivertliler’in Yozgat önünde... Ogün orta sahada öne oynayıp, Yozgat defansının içlerine sızmak için çırpınıp duruyor, ancak kombine çıkışlar Fenerbahçe’de hâlâ tatlı bir hayalden öteye geçemediği için çabaları da bireysel uğraşlar olarak eriyip, gidiyordu rakip savunmanın tesirsiz alanlarında.
Andersson, bölgesinde bir insan azmanı gibi dolaşıyor, ama bütün hava toplarını çelen ve toplayanlar ise bücür boylu Yozgat defansı oluyordu sürekli... Yani kendi ekseni etrafındaki kolay toplara dahi hükmetmekten aciz bir gövde hantalından Fenerbahçe hayal yelkenlerini doldura doldura gol beklemeye devam ediyordu...
<#comment>#comment>Macarlar’ı 3 - 1 yendiğimiz tarihi 1954’lü yıldı sanırım... Onu, bu unutulmaz maç öncesi Çapa Kulübü’nün yönetim odasında tanımıştım... Taktik tahtasında elindeki tebeşirle iki takımın can alıcı yönlerini bizlere bir bir anlatıyordu... Eşfak Aykaç ağabeyimizin, Turgay Şerenli, Lefterli, Beton Mustafalı, Coşkunlu, Suatlı, Basrili milli ekibin, o zamanki ünleri Dünyaları aşmış Puşkaşlı, Kocisli, Cziborlu, Hidegutili kadrolu Macarlar’ı nasıl bir adam markajıyla durdurabileceğimizi, hangi bölgelerde adam paylaşması yapıp, oyunun pas inisiyatiflerini ayağımıza geçirebileceğimizi ve de gol yollarındaki Lefter ile Metin Oktay’ın önemini bizlere anlatıyordu İSLAM ÇUPİ... Mükemmel türkçesi, anlatımındaki teknik terimlerin seçkinliği ve sadeliği karşısında biz gençler büyülenmiş bir halde dinliyorduk bu büyük ustayı.
Dağıldığımız zaman gençler takdir duygularıyla karışık bir şaşırmışlık içinde Çupi’nin söylediklerini düşünüyor ve kendisinin son olarak "İşte ancak böyle oynarsak yeneriz" diye bağladığı sözlerine inanıp, inanmamak arasındaki düşünce salıncağında sallanıp, duruyorduk... Evet, tek seçici Eşfek Aykaç, iki gün sonra Türkiye’yi sahaya sürmüş ve inanılmaz bir İslam
<#comment>#comment>Fenerbahçe, bu yılın en canlı, en komple ve en akılcı bir futbol mantığını sergiliyordu Kocaeli önünde.
Evet, rakip Kocaeli, orta alanda kurduğu pres kapanlarıyla Sarı - Lacivertli oyuncuları tesirsiz alana kilitlemeye çalışıyor, savunmada da kalabalık bir blok çalışmayı yeğleyen Körfez takımı, Fenerbahçe’den puan kapma hesaplarını böylece yapıyordu oyunun başlarında... Ancak Fenerbahçe, deplasmana gelmiş rakibinin bütün oyun düşüncelerini çok iyi hesaplamış bir bilgelikle maça soyunuyor, derli toplu pas diyaloglarıyla hem orta sahadaki pres üstünlüğünü ele geçirmeyi başarıyor, hem de rakibinin "kapalı defans" hesaplarına çok anlamlı baskınlarla çıkarak, Kocaeli’ni bunaltmayı ve golleri de erken sıralamayı başarıyordu.
Orta alanda forma giyen Simao’nun top kullanışı ve rakiple mücadele tekniği hiç öyle 35 yaşların yorgunluğunda görünmüyordu doğrusu... İstanbul’a gelir gelmez giydiği Fenerbahçe forması içinde üstlendiği sorumluluk ve arkadaşlarıyla ortaya koyduğu uyum, Sarı - Lacivertliler’in orta alanına büyük bir rahatlama getiriyordu dünkü gecede... Ayrıca Andersson’un ileri geri giriş çıkışlarındaki dengesizlikler dün daha bir düzeyli ve düzenli grafikler
<#comment>#comment>Senol hocamız ve Can Çobanoğlu kardeşimiz, Milli Takım’ın geleceği ve bu yaz yapılacak Dünya Kupası finalleri adına çarpıcı tehlike sinyalleri veriyor... Ancak bu çok gerçekçi çığlıklar gerekli adreslere zamanında ulaşıyor mu, bunu bilemiyoruz.
Yabancı futbolcu furyası bir büyük yangın yaygınlığıyla sarıp sarmalamış kulüplerimizi... Alt yapılardaki üretime artık kimselerin pek dönüp, baktığı yok... Bu konuda mükemmel tesislere sahip Gençlerbirliği ve Başkan İlhan Cavcav bile ürettiği futbolcularla değil de, Afrika’dan getirip, oynattığı ve sonrasında da bilmem kaç milyon dolar kârla büyük kulüplere sattığı yabancılarla övünüyor futbol dünyamızın içinde.
Büyük kulüplerimiz ayrı bir alem... Her gün İstanbul’a inen uçaklardan yabancı furyası fışkırıyor adeta... Yaşı, başı ve kalitesi belli olmayan 72 milletten futbolcu yağıyor ülkemize... Veya beğenilmedikleri için geldikleri yere dönüyor bazıları... Peki de, kulüplerdeki bu curcunayı denetlemekle görevli Futbol Federasyonumuz ve de eğitim dairemiz ne yaparlar bu durumda, bir bilenimiz yok... Büyük kulüplerimizin milyonlarca genç taraftarı, Fenerbahçelilik, Galatasaraylılık ve de Beşiktaşlılık ruhunu arayıp,
<#comment>#comment>Beşiktaş - Trabzon mücadelesinin son dakikalarında çıkan tribün olayları için herkes ateş püskürüp, maçın kesilmesine haklı olarak tavır koyarken, kimse oyunun akışı içindeki pozisyon inceliklerine göz gezdirip, seyirciyi moral olarak çökerten sebepleri analiz etmiyordu nedense...
Önce Tümer’in vurduğu ölü toptaki zerafete göz gezdirmeden Metin’in kaledeki durumuna bakalım... Güya baraj ayarlamasına dikkat edip, kendini sağ direğin dibine kilitleyen kaleci Metin Aktaş’ın kabahatine hayretle baktı tribündeki sakin insanlar... Tümer’e adeta kendi solunu boş bırakıp, "Buraya vur" dercesine ikramda (!) bulunan veya büyük enayilik gösterisi sergileyen Metin, bana göre hem oyunun zıvanadan çıkmasına, hem de tribünlerin homurdanmasına sebep olan "ilk ateşi" yakmış kişidir Trabzon’da... Sonrasında gelen ikinci gole hiç lafımız yok. Ama üçüncü sayıdaki İlhan’ın vuruşuna basit bir yumruk atmak varken, topu sol elinin içiyle tokatlamasına nasıl bir "namuslu kaleci aptallığı" gözüyle bakabiliriz ki ?
Fark çıktı mı üçe ! İşte o anlarda futbol oyununun içeriğini, teknik detaylarını çok iyi bildiğini taa İdman Ocağı - İdman Yurdu rekabetinden beri tanıdığımız Trabzon
<#comment>#comment>35’lik Uche’yi libero olarak düşünen Herr Lorant ve Oğuz’un akıllarından şüphe etmez de, ne yaparsınız siz olsanız...
Ankaragücü’nün, Uche’nin savunma bölgesi içinde dans edercesine enfes yan paslar üretmesine ve peş peşe üç gol sıralamasına rağmen, Fenerbahçe teknik kulübesi seyrediyorsa eğer bizler gibi sadece oyunu... Ehh, üçlü defansla sahaya çıkıp, rakibin önünde hiç tutunamadığını izledikten sonra savunma anlayışını hemen değiştirip, bölgeyi dörtlemek gerekmez mi ? Yusuf, oyun bir golle Fenerbahçe lehine giderken yaptığı fevkalede şık hareketlerden sonra niçin sıfırda top bekleyen Andersson’a pas yapmadı veya kaleciyi de çalımlamak varken güzelim pozisyonu kaldırıp, dışarı attı hayret... Fatih Akyel, Fener’de göze çarpan ve sağ kulvara hayat getiren tek yenilik Sarı - Lacivertli formada bence... Onun ötesinde Serhat’ın cevval deparları ve yan kulvarlara çıkardığı güzel toplar da kanatlara önemli rahatlıklar getiriyordu sadece...
Ersun Yanal, özgürce futbolu, yani açık oyunu yeğleyen genç bir kafa... Fenerbahçe’yi kendi oyun alanında karşılamak yerine, rakibinin yumuşak karnı olan savunmanın üstüne üstüne oynatması, hocanın futbol düşüncelerindeki
<#comment>#comment>Ömrümüzün en saygın uğrak yerlerinden biri olan İnönü Stadı’nın dünkü suskunluğu, bizler gibi yorgun kalemler için oldukça da hüzün vericiydi işin doğrusu... Ne yani, sahaya atlayarak Beşiktaşçılık oynadığını zannedenler dünkü sessiz tribünlerin ıssızlığından ve sahadaki Siyah - Beyazlı on birin öksüz kalmış halinden hiç mi sıkılmadılar dersiniz.
Futbol denen oyun seyircisiz olduğu zaman işin gözlem tarafı da hayli zevksiz oluyor doğrusu... Saha içi seslenmeleri kolayca dinleyip de, tam tersi yapılan hareketleri gördükçe de, anlı şanlı futbolcularımızın nasıl birbirinden habersiz koşuştuklarını daha bir hayretle de takip edebiliyorsunuz.
İlhan, Tümer, Ahmet Yıldırım, Ronaldo ve Ahmet Dursun gibi isimler tartışmasız Kara Kartal’ın iskeletini oluşturuyorlar... Tayfur, Erman, Ümit, İbrahim gibi takımı takım yapacak isimler ise tam bir askeri ciddiyet içinde hizmet veriyorlar ve Beşiktaş iskeletinin bütünlüğünü tamamlıyorlar. Toplu halde, tek tek çabuk ve hatasız pas yapma iddiasında da ligdeki en başarılı takım Beşiktaş bence.
Tümer, Şifo Mehmet gibi takımın orta alan yönetmeni şüphesiz... Hem top kontrolündeki ustalıkları, hem de pas dağıtmadaki