Mart ayından bugüne hayatımızı katman katman değiştiren koronavirüs salgını, kış aylarının gelmesiyle birlikte kazandığı yeni ivme sayesinde son sürat yoluna devam ediyor. Ardında binlerce vaka, ölüm bırakarak. Endişeliyiz. Düne kadar ekranlarda birer rakam olarak gördüğümüz vakaların isimlerini öğrenmeye başladık. Yakın bir çalışma arkadaşımız, kardeşimiz, komşumuz ve hatta kendimiz. Her geçen gün biraz daha yaklaşıyor. Yeni tedbirler kapsamında dün itibarıyla cumartesi pazar akşamları sokağa çıkmamız yasaklandı. Bu soğukta dışarıda ne işim var zaten demek mümkün. Ama yine de zorunlu olarak evde kalmak, dışarıda bir tehlikenin olduğunu, onun canımıza kastettiğini bilmek can sıkıcı, kabul. Ben böyle zorlu durumlarda, kabul aşamasına geldiğimde şu soruyu sorarım kendime: “İyi ama şimdi ne yapmalıyım ki bu ruh halinden çıkabileyim?” Pandemi boyunca da sordum. Verdiğim cevapları sık sık bu köşede yazdım.
Hayat bu, insan zaman zaman dibe çöker ama dipte yatıya kalmak olmaz. Kalkıp yürümeli. Yürürken değişmeyen eşlikçim
Başlangıç noktası olarak ‘bir insanı sevmek’ seçeneğine inananlardanım ben de. Sait Faik sonuna kadar haklıdır. Her şey bir insanı sevmekle başlar. Adım adım ilerler. Onu tanıdıkça sevgi devam ediyorsa, kat kat açılıyorsa hayata bir anlam daha katılır. Sağlam bir temel, sevgi ve samimiyet. Bunların üstüne inşa edilen yapıya çıkılan katlardaki deneyimlerimiz, Sait Faik’in sözünü ettiği ‘her şey’in bileşenleri değil midir? Ama öyle şıpın işi bir şey değildir sevmek. Bir sürü sınavla sınanır. Alınan her geçer not, ‘her şey’in derinliğine biraz daha yaklaştırır insanı.
Sait Faik’in bu sözünü şiar edinen bir hikâye dinletisi başladı İş Sanat’ın 21. Sezon etkinlikleri kapsamında. Korona nedeniyle salonu kapalı olan İş Sanat, etkinliklerini çevrimiçi gerçekleştiriyor. Sait Faik Abasıyanık’ın “Her Şey İnsanı Sevmekle Başlar” başlıklı hikâye dinletisi, İş Sanat sosyal medya hesaplarından ve internet sitesi üzerinden edebiyatseverlerle ücretsiz buluşuyor.
Dinletiyi Atilla
Kütüphanesiz evlerde rahat edemem ben. Soğuk gelir. Bir oda eksik gelir. O yüzden kendi evimin en kıymetli köşesi de kütüphanemin olduğu küçük oda. Evimin, içinde kendimi en rahat hissettiğim odası. Gerçi şimdilerde salon da gözüme bir başka güzel görünüyor. Yüksek lisans sırasında o kadar çok kitap aldım ki kitaplarım kitaplık odasından taşmaya başladı. Böylelikle salona yeni bir kütüphane geldi. Küçük odadaki kütüphanede yer alan tüm psikoloji kitapları buraya taşındı. Böylelikle kütüphanemde yıllardır süren psikoloji edebiyat rekabetine de son vermiş oldum. Zaten hiç de gerek yoktu buna. Her iki damar da çok özel benim için; birini diğerine tercih edemem ki. Şimdi bu iki grup kendi odalarında yaşamaya devam ediyor, ben aradığımı daha kolay buluyorum.
Herkes gibi benim kütüphanelerimin de özel bir matematiği vardır, yalnız benim sırrına vakıf olduğum. Birbirlerinden hoşlanmadığını bildiğim yazarlar ayrı raflarda durur. Bir yazarın tüm külliyatını yan yana
Evden sürdürdüğüm İstanbul Film Festivali deneyimim sona erdi. Ev konforunda çok güzel filmler izledim. İstanbul koronayla ciddi bir sınav verirken, “Ah nerde o fiziksel mekânlarda izlediğimiz festivaller” nostaljisi yapmayı ayıp saydım. Hiç mutsuz olmadım. Polar battaniyelerine uzanıp bana eşlik eden kızlarım Prenses ve Mine’yle festivalin tadını çıkardım. Kedilerim yanı başımda, mis gibi kahve kokusuyla film izlemek. Ben bu deneyimi gerçekten çok sevdim. Pandemi bittikten sonra da festival takibi seçeneklerinin arasında bu ev izlemelerinin yer almasını şimdiden İKSV’den rica ediyorum.
Kapanış filmim, ‘orta ve alt sınıf Fransız kadınlarının sorunlarına eğilen filmlerle ün yapmış bir sinema yönetmeni, senarist ve romancı’ olan Martin Provost’un feminist çalışması “La Bonne Épouse / İyi Bir Eş olmanın Yolları”ydı.
Öyle çok derinlikli, katman katman açılan, yeni şeyler söyleyen bir film değil. Ama izlemesi çok keyifli. Her şey bir yana, başrolde canım Juliette Binoche var. Basit bir rontta da
En uzun süreli hastane deneyimim 20 yıl öncesine dayanır. Babamın beyin kanaması geçirip dört gün yoğun bakımda, yedi gün serviste kaldığı 1999’a. Özellikle yoğun bakım döneminde, her an yeni bir kanama geçirerek bizi bırakıp gideceği korkusuyla yaşadığım o günlerde sık sık hastanenin arka bahçesindeki banka oturur, bir yandan ağlar, bir yandan önümde uzanan caddeyi izlerdim. Arabalar geçer, insanlar yürür, biri düşer, kadın üşür erkeğe sarılır, bir kedi çöp konteynerini karıştırır, ağacın dalları sallanır, kocaman bir kahkaha yükselir, trafikte öfkelenen bir adam öndeki aracın sürücüsüne söylenir... Velhasıl, hayat akıp giderdi. O kadar canımı yakardı ki bu durum. “Her şeye rağmen hayat devam ediyor” şeklinde yorumlamak mümkündü ama yaş itibarıyla henüz o eşiğe gelemediğimden “Nasıl olur da hayat devam edebilir?” diye düşünürdüm. Belki babam 15 dakika sonra ölecekken... Sonra hastaneye girer, annemi, kardeşlerimi kontrol eder, babam hakkında bilgi almaya
İstanbul Film Festivali’ni günün birinde evden takip etmek de varmış. Doğrusu, tatsız bir deneyim olduğunu söyleyemem. Trafiğe takılmadan, bir filmden diğer filme yetişmek için koşturmadan, ev konforunda art arda film izlemek, kedilerim ve kahvemle. Ben sevdim.
İzlediğim ilk film Annabelle Attansio’nun yazıp yönettiği “Mickey and Bear” oldu. Şahane bir baba-kız filmiydi. Baba-kız ilişkisi, uzun yıllar çalıştığım, bol bol okuma yaptığım netameli bir konu. Ama bir o kadar da zengin. Bu filmle sermayem biraz daha arttı. Atansio’nun filminde Montana’da küçük bir kasabaya uzanıyoruz. Mickey, lise öğrencisi bir genç kız. Irak Savaşı dönüşünde travma sonrası stres bozukluğu yaşayan, bağımlı bir babası var. Hank. Savaş gibi dehşet, korku ve çaresizlik yaratan olayların sonunda görülen bu stres bozukluğunda kişi uzatılmış bir depresyondadır. Hank’in eşi yıllar önce kanserden ölmüş. Bu birbirlerine kenetlemiş onları. Ama savaşın Hank üzerinde bıraktığı etkiler, alkol problemi, kullanmazsa krize girdiği ilaçlar yüzünden
Sait Faik’in “Yazma-saydım çıldırırdım” sözü çok yerli yersiz kullanılır dilimizde. Sait Faik’in yaşadığı koşulları bilmeden. Yani aslında bu lafı edenlerin büyük kısmı yazmasaydı değil çıldırmak, hayatlarında minik bir olumsuzluk bile olmazdı. Ama söz havalı; kullanınca bir Sait Faiklik mi geliyor insanın üstüne nedir? İyi yazar olmak için yazmayınca çıldırmak gerekmiyor hem. Yazmak bir maruzatı olanların işi. Bir dilekte bulunmak, arz etmek isteyenlerin. Ki onların maruzatında bir edinilmiş dert, tasa, umut, meydan okuma vardır. Arz edilen makam da okurdur.
Maruzatı olan 66 yaşındaki Ankaralı bir yazar, Nurhan Suerdem, İletişim Yayınları’ndan çıkan ilk öykü kitabı “Maruzatım Var” ile bu hafta 31’inci Haldun Taner Öykü Ödülü’nü kazandı. Maliye mezunu olan Suerdem yıllar yılı kurumsal hayatta çalışıp, yazıyla ilişkisini istifa dilekçesi, mektup, mail, kısa notlar seviyesinde sürdürdükten sonra 2013’te emeklilikle birlikte öykü yazmaya başlıyor. O güne dek yazar
Doğma büyüme Datçalı Orhan Karadağlı, 1990 yılında bir aile dostuyla Datça’ya gelen Can Yücel ile tanışıyor. “Ben burayı çok sevdim muhtar, beni Datçalı yapar mısın?” diye soruyor Can Yücel muhtara ve dostlukları başlıyor
“Pisi pisi otları rüzgarda
Nasıl sallanıyorsa bir yandan bir yana
Bizim muhtar da aynen öyle sallabaş
Hazretteki muhabbet dilsizlere ziyafet
Hem kol hem çengi hem de pantomima”
Şiir Can Yücel’in. Şiirdeki muhtar ise Orhan Karadağlı. Can Yücel’i Datçalı yapan adam. Bu yıl 78 yaşına girecek.
Doğma büyüme Datçalı Orhan Bey. “Orhan’ın Yeri” adında bir köy kahvesi var. Eski Datça’ya Can Yücel’in Mehmet Aksoy tarafından yapılan mezar taşının açılışı için gitmiştim. 20 yıl aradan sonra yine Eski Datça’da ve Orhan’ın Yerinde’yim. Asmalar altında, serin sular tadında, mavi sandalyeli beyaz masalı bir köy kahvesi burası. 30 sene önce babadan kalma bir bahçeymiş burası. Arkadaşlarının isteğiyle burayı çay bahçesi yapmaya karar v