Geçenlerde denk geldiğim bir online booking/turizm sitesi reklamında şöyle deniyordu: “Dünyayı dolaştın, şimdi de biraz yakın çevreni keşfet!”
Kovid sonrası ilk reklamlardan olduğundan ilgimi çekti. Hem turizmin gideceği yönü hem de yeni turistin psikolojisini özetliyor bir bakıma bu reklam.
Bugüne kadar dünyayı dolaştın. Ne kadar klişe varsa yaptın. O restoranda yemek yedin, o müzeyi gezdin, o meydanda o meşhur noktada durup selfie’ni çektin, o meşhur sahile gittin, hani o şey dizisindeki kadının koştuğu yolda koştun, yediği yerde yedin. Bunları yaptın. Eşe dosta da kanıtladın Instagram’a koyarak. Şimdi virüs geçse de artık bunları yapman zor. Hem sağlığın, hem cebin risk altındaysa hayat tarzını değiştirmekten başka şansın da yok elbette.
Tabii turizmciler hadiseye bu açıdan bakmıyor. Kendi pozitif açılarını getiriyorlar. Getirmek zorundalar. “Bu krizden bir fırsat doğar mı” adlı, artık krizlere gire gire sormaya alıştığımız o soru
yine karşımızda. Ve anlaşılan yanıt da belli.
Yeni dünyada biraz da etrafını keşfet. Kendi mahallene,
Kovid’den sonra hayat değişecek dediklerinde tam olarak nasıl değişeceğini insan hayal ediyor elbette ama gerçekten görene, yaşayana kadar çok da anlamıyor.
Geçen hafta İngiltere’de pub’lar ve restoranlar açıldı. Ancak her şey eskisi gibi olmadı. Bir restorana girmek, bir pub’a gidip bir şey içmek için bayağı formaliteyi yerine getirmek lazım.
Bir “pint” almak için bir form doldurup ev adresime kadar girmek zorunda kalmak bana pub ruhuna aykırı gibi geliyor. Nüfus cüzdanı sureti istemediler diye sevindik neredeyse. Kovid sonrası dünyada küçük şeylerle mutlu olmayı öğrenmemiz lazım. Beklentileri de düşürün: “Bugün de hasta olmadım.
E harika.”
Önce kapıdaki sırada yere çizili alanlarda beklemek durumundayız. (Evet, dünyanın sonu değil ama olsun ben gene de anlatayım.) Sonra içeri girince karşımıza çıkan insana “Bi tane doldurur musun?” diyeceğimizi sanırken, o bize internete girip bir elektronik form doldurmamızı söylüyor.
“Yav birader, şurada zaten toplasan yarım saat
Yazın coşmak için Serdar Ortaç’ın yeni şarkısını bekleyen Türkiye’den, Patron’un “Yaz Albümü”nün en çok ses getiren albüm olduğu Türkiye’ye bayağı bir yol kat edildi son 10 yılda. 10 yılda poptan rap’e yolculuk da diyebiliriz birilerini kızdırmayı da göze alarak.
Geçen hafta Serdar Ortaç’ın yaz şarkısı “Biz İstemezsek” geldi. Açıkçası çok büyük bir gürültü koparmadı bu şarkı. Bildiğimiz, Türkiye’nin alışık olduğu tarzda -ya da bu artık tedavülden kalkmış bir klişe- eller havaya türde bir şarkımız. Ama işte artık çok büyük bir etki yaratmıyor bu tip müzikler. Çünkü Kral TV yok. Onu seyrederek yaşayan insanlar ne yapıyorlar şu anda bilemiyorum ama internete girip eller havaya dinlemedikleri kesin gibi. Bugün eller havaya yerine, şöyle “cool” beatlere sahip bir hip-hop havası daha iyi gidiyor.
Hatta çoğu popçunun trap altyapılarında şarkılarla geldiğini görüyoruz. Her müzisyen bir gün trapi
Maalesef konu İngiltere’de geçiyor. Türkiye’de geçmesini isterdim ama bizim ülkemizde kimsenin önceliği kültür sanat değil.
Önceki gün Britanya finans bakanı Rishi Sunak yeni bir destek paketi açıkladı. Bu paket, salgın dolayısıyla ekonomik sıkıntı yaşayan sektörlere verilen desteğin yeni bir adımı.
İlk paket küçük esnaf ve işçilere gelmişti. İşini kaybedenlere aylık 2500 pound’a kadar destek. İşi karantinadan dolayı riskli hale gelen küçük işletmelere de belli ölçülerde ve şartlara göre destek. Buna İngiltere’deki Türkleri yakında ilgilendiren Ankara Anlaşması da dahildi. İngiltere’de iş kuran Türkler krizde destek alabildiler.
Şimdi sıra sanata geldi. Dünyada ve Türkiye’de kültür-sanat çerçevesindeki meslekler, işler, firmalar, kurumlar büyük sıkıntı yaşıyor. İngiltere’de sahneler kapalı. Sinemalar kapalı. Konserler durdu. Ve bu İngiltere gibi kültürün hem ekonomik hem sosyal anlamda büyük güç olduğu ülkelerde
Geçen hafta mahalledeki katedralde yer alan meşhur “Son Yemek” tablosunu yeni bir versiyonuyla değiştirdiler. Bu versiyonda İsa siyah biri olarak resmedilmiş. Açıklamaya gerek var mı bilmem ama gene de açıklayayım. Katedrale bağlı topluluk bu şekilde Black Lives Matter (BLM) hareketine desteğini ifade ediyor.
St Albans Katedrali 1077’de inşa edilmiş. Norman/Romanesk/Gotik tarzında bugün bile çok heybetli görünen bir yapı. O dönemdeki etkisini hayal edebiliyorum. 167 metre uzunluğunda, 58 metre genişliğinde, 44 metre yüksekliğinde. Tarihin muhtelif dönemlerinde inşaatlar geçirmiş, büyümüş. Binanın yapımı 1893’te bugünkü haline gelmiş.
En sevdiğim kahveyi yapan Charlie’s diye küçük bir dükkân var. Moda’daki kahveciler kadar olmasa da kendi çapında lokal bir yerimiz. Üçüncü nesil olmayan bir lokal kahveci diyeyim. Sabahları oraya kadar yürüyüp kahve alıp dönmek demek katedralin önünden iki kez geçmek demek. Neredeyse her sabah binadaki enteresan mimari bir detayı
Albüm artık ender görülen bir müzikal format. Hala bir yerlerde yaşatılıyor olması dahi hoş bir sürpriz. O yüzden albümler çıkınca EP dahi olsa onlardan bahsetmek lazım.
Büyük Ev Ablukada’nın önceki hafta yayınlanan EP’sinin adı “Efsanelere Dadanmak”. Özetlersek, eski şarkılara yeni yorumlar. Büyük Ev Ablukada elektronik / dans temellerine oturan yeni bir sound’u kabul ettiğinden bu yana bir türlü eski hayranlarını tatmin edemedi. Eski şarkıların “electro lo-fi” versiyonlarının da bu anlamda artık yaşları ufaktan kemale ermeye başlamış ilk nesil hayranları tatmin etmesini beklememek lazım. Bir: Yaş ilerledikçe yeni şeyleri beğenmek, yeniliklere açık olmak lüks. En açık zihinler bile bunu yapmakta aşırı zorlanır. İnsan doğası bu o yüzden sinirlenmeyin ey hayranlar, sadece yaşlanıyorsunuz. İki: BEA sanırım bu şarkıları başka kafalarda olan ve yeniliklere kesinlikle açık daha genç dinleyici için yeniden ele almış olmalı. Ya da bilemem canları öyle çekmiş. “Bi Hıçkırık Gibi”ye
Airbnb CEO’su Brian Chesky şirketinin durumunu böyle ifade etti geçen hafta verdiği bir dizi röportajda. Airbnb “hafta sonu bir Paris yapıp geldim”cilerden backpacker’lara, iş adamlarından ahir zaman gezginlerine, zengin fakir bir şekilde fırsat bulup yurt dışına gidip gelebilen herkesin gözdesiydi. Ucuzdu ve gezginlere, turistlere farklı bir mahalle deneyimi sunuyordu. Otele gitmek yerine çoğu insan hesaplı bulduğu için bu yolu tercih ediyordu. Yeni ve yerel insanlarla tanışma fırsatı da yaratıyordu Airbnb. Öte yandan, bir sürü insan evinde, odasında misafir ağırlamaktan memnundu. Onlar için de hem bir gelir kaynağı hem de bir tür global sosyalleşme fırsatıydı.
Ama bugün, CEO şirketin geleceğinin belirsiz olduğunu anlatıyor. Haberden öğrendiğimize göre, bu yıl halka açılmaya hazırlanıyormuş şirket ama planlar yatmış.
Pandeminin etkileri artçıları belli ki çok uzun süre hissedilecek. Ve belli olduğu üzere, gelecekte yolculuk, turizm, konaklama konuları bugünkünden çok farklı ele alınacak ve alışkanlıklar değişecek. Bunu herhalde en iyi
Atalarımız ne güzel söylemiş. Nerede çokluk, orada... Sıkıntı. Böyle miydi? Değildi ama bugün olsa böyle ifade edilirdi. Sıkıntı! Sıkıntı bizim milli “euphemism”imiz ne de olsa. ‘Euphemism’in Türkçe karşılığı ‘hüsnütabir’miş. Tam anlaşılmıyor. Kısaca anlatmak gerekirse, “b.k’ yerine ‘pislik’ ya da “dışkı” derseniz işte bu euphemism oluyor. Ya da hiç uğraşmayın, bütün pis kelimelerin yerine “sıkıntı” koyun olsun bitsin.
Hep Türkiye’de olacak değil ya “sıkıntı” bazen İngiltere’de de oluyor. Şu ara en önemli konu kalabalık. Sıcaklık her türlü normalin üzerinde seyrediyor. İki haftadır 35 dereceleri görüyor İngiltere ki komşular ve tanıdıklarla konuştuğumuzda bunun kıyamet alameti olduğu konusunda herkes hemfikir.
Pandemi artı sıcaklar eşittir aşırı derecede kalabalık sahiller. Aşırı derecede kalabalık sahiller eşittir yükselen hastalık rakamları. Böyle bir döngü.
Şu anda herkes hastalık tamamen geçmiş gibi davranmaya başladı. Yurt dışına