<#comment>#comment>
<#comment>#comment>
Türkiye'nin Avrupa Birliği (AB) içinde yer alma rüyasının bir rüya olmaktan çıkabileceğini düşündüren gelişmeler birbirini izliyor son dönemde. Kıbrıs sorunu çözümlenebilirse, Türkiye'yi AB dışında tutmak için bahane arayanların elinden önemli bir koz daha alınmış olacak.
Almanya Başbakanı Schroeder'in Türkiye'ye yaptığı ziyaret ve vadettiği destek de anlamlı. Üstadımız Sami Kohen, "AB yolu açılıyor" başlıklı yazısında, Türkiye - AB ilişkilerini yakından izleyen bir Avrupalı diplomatın şu sözlerini aktarıyor: "AB'nin bu yıl sonu, Ankara'ya müzakere tarihi vermesi artık kaçınılmaz görünüyor." (Milliyet, 24 Şubat 2004) Financial Times'ın Brüksel kaynaklı haberinde de, Türkiye'nin reform çabalarının Brüksel'de güven yaratmaya başladığı belirtilerek bir AB yetkilisinin şu sözleri aktarılıyor: "Bir B planımız yok; Türkiye ile tam üyelik görüşmelerine başlamaktan kaçınmamız olanaksız." (F.Times, 25 Şubat 2004)
Bu olumlu gelişmelere karşın "bu iş bitti, AB tam üyelik görüşmelerine başlamak için Türkiye'ye mutlaka tarih verecek" demek için erken. Ancak bu noktaya yaklaşmakta olduğumuz anlaşılıyor. "Ne yaparsak yapalım AB bir bahane bizi gene reddeder" diye
Bu soruyu kendime de soruyorum bu tür bir yazı yazmadan. Benim gibi finans piyasalarının günlük analizini yapmayan ve piyasaları bire bir etkileme - yönlendirme amacı bulunmayan biri için bu sorunun cevabı "evet". Evet, çünkü olumsuz olasılıkları ve riskleri göz ardı ettiğimizde, tek yönlü düşünmeye ve davranmaya koşullanıyoruz. O zaman, göz ardı ettiğimiz olumsuz gelişmelerin ilk sinyali bile bizi paniğe sürükleyebiliyor ve bizim panik halindeyken verdiğimiz aşırı tepki, olumsuz gelişmeyi güçlendirebiliyor. Bu nedenle uyarı yapmak gerekli ama iki şartla. Birincisi, uyarının sağlam bir kaynağının ve dayanağının bulunması şart. İkincisi, uyarının panik yaratacak nitelikte olmaması şart. Eğer bu uyarı, kendini doğrulayan kehanet haline gelebilecekse o zaman böyle bir uyarıyı yapmadan iki kere düşünmek gerekiyor. Türkiyede iyimser beklentilerin ağır bastığı bir ortamda, bu beklentileri değiştirebilecek olumsuz olasılıkları ve riskleri de gündeme getiren, uyarıcı yazılar yazmanın gereği var mı? IMFnin yüksek borçlu ülkelerle ilgili uyarısı aslında çok yeni değil. IMF bu uyarıyı, World Economic Outlook adlı dönemsel yayınının Eylül 2003 sayısında bu konuya bir bölüm ayırarak yapmış. Bu
<#comment>#comment>
<#comment>#comment>
Türkiye'de iyimser beklentilerin ağır bastığı bir ortamda, bu beklentileri değiştirebilecek olumsuz olasılıkları ve riskleri de gündeme getiren, uyarıcı yazılar yazmanın gereği var mı?
Bu soruyu kendime de soruyorum bu tür bir yazı yazmadan. Benim gibi finans piyasalarının günlük analizini yapmayan ve piyasaları bire bir etkileme - yönlendirme amacı bulunmayan biri için bu sorunun cevabı "evet". Evet, çünkü olumsuz olasılıkları ve riskleri göz ardı ettiğimizde, tek yönlü düşünmeye ve davranmaya koşullanıyoruz. O zaman, göz ardı ettiğimiz olumsuz gelişmelerin ilk sinyali bile bizi paniğe sürükleyebiliyor ve bizim panik halindeyken verdiğimiz aşırı tepki, olumsuz gelişmeyi güçlendirebiliyor. Bu nedenle uyarı yapmak gerekli ama iki şartla. Birincisi, uyarının sağlam bir kaynağının ve dayanağının bulunması şart. İkincisi, uyarının panik yaratacak nitelikte olmaması şart. Eğer bu uyarı, 'kendini doğrulayan kehanet' haline gelebilecekse o zaman böyle bir uyarıyı yapmadan iki kere düşünmek gerekiyor.
IMF'nin borç uyarısı
IMF'nin yüksek borçlu ülkelerle ilgili uyarısı aslında çok yeni değil. IMF bu uyarıyı, World Economic Outlook adlı dönemsel yayınının
Demokrat Parti, başkan adayı olması beklenen John Kerrynin etrafında kenetlenerek Bushu yenme hedefine kilitlenirken Cumhuriyetçi kökenden gelenler arasında da giderek güçlenen bir muhalefet var Busha karşı. Bush ailesinin üç kuşak boyunca nasıl iktidar oyununun içinde kaldığını ve adeta bir hanedan oluşturduğunu çarpıcı örneklerle ortaya koyan Amerikan Hanedanı (American Dynasty) kitabının yazarı, usta gazeteci ve yazar Kevin Phillips de geçmişte Cumhuriyetçi Partiye yakın olmuş biri. Generallikten gelip ABD Başkanı olan Eisenhowerın "Amerikan demokrasisine en büyük tehdidin askeri-endüstriyel kompleksten gelebileceğini" söylediğini hatırlatan Phillips, Bush yönetiminin bu tehdidi nasıl somutlaştırdığını anlatıyor. Phillipse göre yozlaşmış kapitalizmin simgesi haline gelen Enron şirketi de Bush ailesinin savunduğu anlayışın bir ürünü. 11 Eylül sonrasında duygularına teslim olan Amerikada şimdi farklı bir şeyler oluyor galiba. Aklın yeniden duyguların önüne geçtiği ortamda Amerikalılar, Bush yönetiminin kendilerini nasıl kandırdığını ve hemen her alanda nasıl başarısız olduğunu giderek daha iyi anlıyor. Benim okuduklarımın yanı sıra, Amerikaya sık gidenlerden duyduklarım da bu
<#comment>#comment>
<#comment>#comment>
11 Eylül sonrasında duygularına teslim olan Amerika'da şimdi farklı bir şeyler oluyor galiba. Aklın yeniden duyguların önüne geçtiği ortamda Amerikalılar, Bush yönetiminin kendilerini nasıl kandırdığını ve hemen her alanda nasıl başarısız olduğunu giderek daha iyi anlıyor. Benim okuduklarımın yanı sıra, Amerika'ya sık gidenlerden duyduklarım da bu izlenimi doğruluyor. George W.Bush'u başkanlık koltuğuna oturtan takımın, kasımdaki başkanlık seçimine kadar neler yapacağını kestirmek zor ama Bush'un bu seçimde bir hayli zorlanacağı anlaşılıyor.
Demokrat Parti, başkan adayı olması beklenen John Kerry'nin etrafında kenetlenerek Bush'u yenme hedefine kilitlenirken Cumhuriyetçi kökenden gelenler arasında da giderek güçlenen bir muhalefet var Bush'a karşı. Bush ailesinin üç kuşak boyunca nasıl iktidar oyununun içinde kaldığını ve adeta bir hanedan oluşturduğunu çarpıcı örneklerle ortaya koyan Amerikan Hanedanı (American Dynasty) kitabının yazarı, usta gazeteci ve yazar Kevin Phillips de geçmişte Cumhuriyetçi Parti'ye yakın olmuş biri. Generallikten gelip ABD Başkanı olan Eisenhower'ın "Amerikan demokrasisine en büyük tehdidin askeri-endüstriyel kompleksten
Bunun tam tersi de geçerli. Bir ülkenin dış ticaret açığında belirgin bir bozulma olmadığı halde o ülkeden sermaye kaçışı olursa bu olay o ülkenin parasını çökertebiliyor. Sınır ötesi sermaye hareketleri ise ekonomi dışı pek çok faktörden de etkilenebiliyor. Bir ülkedeki iç ve dış politik istikrarsızlık, o ülkeyi etkileyen jeopolitik sorunlar, hatta doğal afetler bu faktörler arasında sayılabilir. Ayrıca bir ülkenin kendi kontrolü dışındaki ekonomik ve mali gelişmeler de o ülkeye yönelik sermaye hareketlerini etkileyebiliyor. Örneğin ABDdeki faiz oranlarının yükselmesi ya da Brezilyanın ekonomik durumunun bozulması bir noktada Türkiyeden sermaye kaçışına da yol açabiliyor. Döviz kurlarının yönetimi, günümüzde çözümü en zor problemlerden biri haline gelmiş durumda. Dünyadaki örnekler de bunu gösteriyor. Sermaye hareketlerinin serbestleşmesi sonrasında sınır ötesi sermaye akımlarının döviz kurlarını belirlemede, ticari akımlardan da önemli hale gelmiş olması, problemi çok daha karmaşık hale getirmiş bulunuyor. Örneğin bir ülkenin dış ticaret dengesinde belirgin bir bozulma olsa da o ülkeye yönelik sermaye hareketleri bunu telafi ediyorsa kur bundan hemen etkilenmeyebiliyor. Nitekim
<#comment>#comment>
<#comment>#comment>
Döviz kurlarının yönetimi, günümüzde çözümü en zor problemlerden biri haline gelmiş durumda. Dünyadaki örnekler de bunu gösteriyor. Sermaye hareketlerinin serbestleşmesi sonrasında sınır ötesi sermaye akımlarının döviz kurlarını belirlemede, ticari akımlardan da önemli hale gelmiş olması, problemi çok daha karmaşık hale getirmiş bulunuyor. Örneğin bir ülkenin dış ticaret dengesinde belirgin bir bozulma olsa da o ülkeye yönelik sermaye hareketleri bunu telafi ediyorsa kur bundan hemen etkilenmeyebiliyor. Nitekim ABD büyüyen dış açıklar verirken bu açıkları aşan miktarda sermaye çekebildiği sürece doların değerini koruyabildi.
Bunun tam tersi de geçerli. Bir ülkenin dış ticaret açığında belirgin bir bozulma olmadığı halde o ülkeden sermaye kaçışı olursa bu olay o ülkenin parasını çökertebiliyor. Sınır ötesi sermaye hareketleri ise ekonomi dışı pek çok faktörden de etkilenebiliyor. Bir ülkedeki iç ve dış politik istikrarsızlık, o ülkeyi etkileyen jeopolitik sorunlar, hatta doğal afetler bu faktörler arasında sayılabilir. Ayrıca bir ülkenin kendi kontrolü dışındaki ekonomik ve mali gelişmeler de o ülkeye yönelik sermaye hareketlerini etkileyebiliyor. Örneğin
Buna karşılık enflasyondaki düşüşü kuşkuyla karşılayanların ve TLnin değerlenmesinin ciddi sorunlara yol açacağından kaygı duyanların sesi daha çok çıkıyor.Olayın bir boyutu alışkanlıklarla ilgili bence. Yüksek enflasyonun süreklilik kazandığı ve kurdaki gelişmelerin çoğu zaman enflasyonu izlediği, izleyemediği dönemlerin sonunda da kur şoklarının yaşandığı uzunca bir dönemin alışkanlıkları hâlâ etkisini sürdürüyor. Hesabını kitabını bu alışkanlıklara dayandıranlar, yeni duruma uyum sağlayamıyor. Ayrıca bu yeni durumun kalıcı olabileceğine henüz güvenemedikleri için, uyum sağlamanın gereğine de inanmış değiller. Eski şartlara geri dönülse daha rahat edecekler sanki. Yıllardan beri yana yakıla yüksek enflasyonun orta sınıfı yok ettiğini söyleyen, sürekli devalüasyonların paramızı pul etmesinden yakınan biz değildik sanki. Şimdi çok farklı bir tablo var karşımızda, sürekli olarak değer kaybetmesine alıştığımız Türk lirası geçen yıldan beri değer kazanıyor, 2001 krizinde üç haneli rakamlara tırmanan enflasyonun tek haneli rakamlara inmesinden söz ediliyor. Yakınmalara neden olan tablo tamamen değişmiş durumda ama çoğu kimse hâlâ halinden memnun değil. Üç yıl önce yaşanan 19 Şubat