Ekonomi köşelerinde yapılan değerlendirmeleri okuyorum, olayı anlamaya çalışıyorum ama şu ana kadar bu sorulara tatminkâr cevaplar bulmuş değilim. Aslında bu rakamlar herkesin kafasını bir ölçüde karıştırdı galiba. Örneğin milli gelirdeki artışta en önemli etken olarak görünen "stoğa üretim" bilmecesi tam olarak çözülebilmiş değil. Enflasyondaki düşüşün kalıcı bir yapı ve bir davranış değişikliğinin sonucu mu, yoksa konjonktürel bir şey mi olduğu çok net değil. Türk lirasının değerlenmesine yol açan sermaye hareketlerine yön veren spekülatif davranışların bundan sonraki yönelişini kestirmek zor. Bunların ötesinde, bazı ekonomik birimlerin aslında bir yapısal dönüşüm geçirmiş olabileceğini, istihdam artışına fazla katkıda bulunmayan üretim artışının verimlilik artışıyla açıklanabileceğini düşünmek de mümkün. Belki de bu soruların cevapları netleşmediği için rakamların ortaya koyduğu "mucize"nin keyfine varılamıyor şimdilik. Yılın ilk çeyreğinde % 8'in üzerinde büyümüş ekonomimiz; enflasyondaki düşüş sürüyor; paramız değerlenirken ihracatımız yeni rekorlar kırıyor. Peşpeşe açıklanan göstergelere bakıp da şu soruları sormamak olanaksız: Türkiye ekonomisinde ne oluyor, bir "mucize"
<#comment>#comment>
<#comment>#comment> Yılın ilk çeyreğinde % 8'in üzerinde büyümüş ekonomimiz; enflasyondaki düşüş sürüyor; paramız değerlenirken ihracatımız yeni rekorlar kırıyor. Peşpeşe açıklanan göstergelere bakıp da şu soruları sormamak olanaksız: Türkiye ekonomisinde ne oluyor, bir "mucize" mi yaşanıyor? Eğer böyleyse toplumda ve piyasalarda neden bunun coşkusu hissedilmiyor? Ekonomideki gelişmelerin öncü göstergesi kabul edilen hisse senedi borsası bu "mucize"yi neden satın almıyor? Bu olumlu gelişmelere karşın ekonominin iyiye gideceğine dair neden yaygın bir inanç yok?
Ekonomi köşelerinde yapılan değerlendirmeleri okuyorum, olayı anlamaya çalışıyorum ama şu ana kadar bu sorulara tatminkâr cevaplar bulmuş değilim. Aslında bu rakamlar herkesin kafasını bir ölçüde karıştırdı galiba. Örneğin milli gelirdeki artışta en önemli etken olarak görünen "stoğa üretim" bilmecesi tam olarak çözülebilmiş değil. Enflasyondaki düşüşün kalıcı bir yapı ve bir davranış değişikliğinin sonucu mu, yoksa konjonktürel bir şey mi olduğu çok net değil. Türk lirasının değerlenmesine yol açan sermaye hareketlerine yön veren spekülatif davranışların bundan sonraki
IMF (Uluslararası Para Fonu) ve programları kuşkusuz eleştirilebilir. Hatta sonuçlarını göze alabilen bir hükümet, bu eleştiriyi eyleme dönüştürerek, "Ben IMF programı uygulamaktan vazgeçip kendi ekonomi politikalarımı izleyeceğim" de diyebilir. Bu davranışın bir mantığı vardır ve kendi koşulları içinde değerlendirilir. Birçok ülkede olduğu gibi ülkemizde de, ekonomik sıkıntıların temel nedeninin "IMF politikaları" olduğuna ilişkin oldukça yaygın bir kanı var. IMF'yi kovmanın halkın yararına ekonomik çözümlerin yolunu açacağına inananların hayli fazla olduğu bir ortamda, bu tercihi savunmanın siyasal bir getirisi olabileceği de meydanda. Bu nedenle aslında IMF'yi kovmayı falan düşünmeyen siyasetçilerin bile zaman zaman "IMF'ye posta koyma" hevesine kapıldıkları ve "Türkiye'yi IMF'den kurtarma" niyetlerini açıkladıkları görülüyor. 'Kahraman'lık sakıncalı Bu köşede daha önce de belirtildiği gibi, Sayın Babacan'ın göreve geldiği günden beri aşamadığı, IMF ile ilgili bir takıntısı var. "IMF ile mutabık kalınan programı eksiksiz uygulayan kişi" olarak görünmek istemiyor. IMF ile ilişkilerde inisiyatifin kendisinde olduğunu, IMF'nin bize bir şey empoze edemeyeceğini, hatta bizim IMF'ye
<#comment>#comment>
<#comment>#comment> IMF (Uluslararası Para Fonu) ve programları kuşkusuz eleştirilebilir. Hatta sonuçlarını göze alabilen bir hükümet, bu eleştiriyi eyleme dönüştürerek, "Ben IMF programı uygulamaktan vazgeçip kendi ekonomi politikalarımı izleyeceğim" de diyebilir. Bu davranışın bir mantığı vardır ve kendi koşulları içinde değerlendirilir. Birçok ülkede olduğu gibi ülkemizde de, ekonomik sıkıntıların temel nedeninin "IMF politikaları" olduğuna ilişkin oldukça yaygın bir kanı var. IMF'yi kovmanın halkın yararına ekonomik çözümlerin yolunu açacağına inananların hayli fazla olduğu bir ortamda, bu tercihi savunmanın siyasal bir getirisi olabileceği de meydanda. Bu nedenle aslında IMF'yi kovmayı falan düşünmeyen siyasetçilerin bile zaman zaman "IMF'ye posta koyma" hevesine kapıldıkları ve "Türkiye'yi IMF'den kurtarma" niyetlerini açıkladıkları görülüyor.
'Kahraman'lık sakıncalı
AKP hükümetinin bazı üyelerinin de bu hevese kapıldığını görüyoruz. Bu tehlikeli bir heves çünkü, "Ben IMF programını uygulamaya devam ediyorum" diyen bir hükümetin ve hele o hükümetin ekonomi yönetiminde
Cevabım Lübnanlı ağabeyi ne kadar tatmin etti bilmiyorum, o lafı değiştirdi ve benimle karşılaşmadan önce gezdiği Metro City alışveriş merkezinde gördüklerini biraz da hayretle anlatmaya başladı: "Türkiye'de fakirlik de var duyduğum kadarıyla ama o alışveriş merkezinde gördüğüm mal çeşidi ve zenginliği şaşırttı beni. Herhalde 1 milyar dolarlık mal var o çarşıda." Lafını kesip "yalnızca İstanbul'da daha kaç tane bu çapta alışveriş merkezi var" diyemedim. Türkiye aslında zenginlik ve potansiyel bakımından hafife alınacak bir ülke değil ama yönetimlerin "hafif sıklet" olması bizi hak etmediğimiz bir ligde süründürüyor. Geçen gün aslen Lübnanlı olup da daha çok Türkiye'de yaşayan bir dostuma rastladım. Beni, ağabeyi olduğu anlaşılan yanındaki kişiye "hani sana söz etmiştim, şu ekonomist olan dostum" diye tanıştırınca ağabey hemen soruyu patlattı: "Ne dersiniz, elimdeki Türkiye eurobondlarını satayım mı?" 23 Haziran tarihli Financial Times gazetesinin "yükselen pazar" tahvilleriyle ilgili yorumunda Türkiye'yi Venezüella ile aynı kategoriye koyarak, "siyasi istikrarsızlıkla ve ağır borç yüküyle boğuşan" her iki ülkenin tahvillerinin "aşırı değerlenmiş göründüğü"nü yazdığını söylemedim
<#comment>#comment>
<#comment>#comment> Geçen gün aslen Lübnanlı olup da daha çok Türkiye'de yaşayan bir dostuma rastladım. Beni, ağabeyi olduğu anlaşılan yanındaki kişiye "hani sana söz etmiştim, şu ekonomist olan dostum" diye tanıştırınca ağabey hemen soruyu patlattı: "Ne dersiniz, elimdeki Türkiye eurobondlarını satayım mı?" 23 Haziran tarihli Financial Times gazetesinin "yükselen pazar" tahvilleriyle ilgili yorumunda Türkiye'yi Venezüella ile aynı kategoriye koyarak, "siyasi istikrarsızlıkla ve ağır borç yüküyle boğuşan" her iki ülkenin tahvillerinin "aşırı değerlenmiş göründüğü"nü yazdığını söylemedim kendisine; acele etmemesini ama gelişmeleri yakından izlemesini önerdim. Ona bunları söylerken, ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Larson'un "gevşemeyin" uyarısından haberim yoktu tabii.
Cevabım Lübnanlı ağabeyi ne kadar tatmin etti bilmiyorum, o lafı değiştirdi ve benimle karşılaşmadan önce gezdiği Metro City alışveriş merkezinde gördüklerini biraz da hayretle anlatmaya başladı: "Türkiye'de fakirlik de var duyduğum kadarıyla ama o alışveriş merkezinde gördüğüm mal çeşidi ve zenginliği şaşırttı beni. Herhalde 1 milyar dolarlık mal var o çarşıda." Lafını
Seçimlerden bu yana yaşanan süreçte ise tersi oldu: Lula, uluslararası piyasaların ve IMFnin güvenini kazanmada çok daha başarılı oldu, ekonomi yönetimine getirdiği kadro itibar kazandı. AKP iktidarı ise IMF ile ilişkileri hep ayak sürüyerek sürdürdü, piyasalara güven veremedi. Bugün gelinen noktada da Türkiye ekonomisini yöneten ekip, uluslararası piyasalarda "hafif siklet" olarak niteleniyor ve açıkçası fazla ciddiye alınmıyor. Brezilyada "Lula" diye anılan Luiz İgnacio da Silvanın İşçi Partisi ile Türkiyede kimilerinin "Tayyip" diye andığı Tayyip Erdoğanın Ak Partisi (AKP), kendilerinden önce iktidar olan partilere karşı toplumda biriken tepkinin oya dönüşmesiyle iktidara geldi. Her iki lider de eşitsizliği ve yoksulluğu azaltmayı vaat ederek oy topladı. Uluslararası piyasalar ve kurumlar her iki partiye de kuşkuyla yaklaştı. Brezilya örneğinde bu kuşkunun dozu kaçtı ve daha Lula iktidara gelmeden, piyasaların abartılı tepkisi Brezilyayı yeni bir mali krizin eşiğine getirdi. Türkiye örneğinde ise, AKPnin seçimler öncesinde piyasalarda yarattığı olumlu beklentinin de etkisiyle, tepki sınırlı kaldı. Üç kesimin beklentisi Birinci sırada, verdikleri oylarla onları iktidara taşıyan
<#comment>#comment>
<#comment>#comment> Brezilya’da "Lula" diye anılan Luiz İgnacio da Silva’nın İşçi Parti’si ile Türkiye’de kimilerinin "Tayyip" diye andığı Tayyip Erdoğan’ın Ak Parti’si (AKP), kendilerinden önce iktidar olan partilere karşı toplumda biriken tepkinin oya dönüşmesiyle iktidara geldi. Her iki lider de eşitsizliği ve yoksulluğu azaltmayı vaat ederek oy topladı. Uluslararası piyasalar ve kurumlar her iki partiye de kuşkuyla yaklaştı. Brezilya örneğinde bu kuşkunun dozu kaçtı ve daha Lula iktidara gelmeden, piyasaların abartılı tepkisi Brezilya’yı yeni bir mali krizin eşiğine getirdi. Türkiye örneğinde ise, AKP’nin seçimler öncesinde piyasalarda yarattığı olumlu beklentinin de etkisiyle, tepki sınırlı kaldı.
Seçimlerden bu yana yaşanan süreçte ise tersi oldu: Lula, uluslararası piyasaların ve IMF’nin güvenini kazanmada çok daha başarılı oldu, ekonomi yönetimine getirdiği kadro itibar kazandı. AKP iktidarı ise IMF ile ilişkileri hep ayak sürüyerek sürdürdü, piyasalara güven veremedi. Bugün gelinen noktada da Türkiye ekonomisini yöneten ekip, uluslararası piyasalarda "hafif siklet" olarak niteleniyor ve açıkçası fazla ciddiye alınmıyor.
&