6 Ocak 2021 ABD tarihine bir “kara gün” olarak geçecek.
O gün, ABD’nin demokrasi beşiği ünlü Kongre binası binlerce göstericinin saldırısına uğradı.
Demokrasi ve özgürlük sorunu yaşayan ülkelerde meclisin zaman zaman protestocular tarafından basıldığı görülmüştür. Washington’da Kongre’ye karşı böyle bir eylemin ilk kez gerçekleşmiş olması, saldırganların güvenlik hattını aşıp kapıları, camları kırarak toplantı salonunu işgal etmesi, gerçekten ABD için çok trajik bir olay.
Olayın en anlamlı yanı ise, bunun ülkenin çok köklü bir değişikliğe sahne olması, diğer bir deyişle, artık “başka bir ABD” realitesinin ortaya çıkmasıdır.
Aslında bir süreden beri Amerika Birleşik Devletleri’nin eskisinden farklı bir yola girmekte olduğu görülüyordu. Özellikle Donald Trump’ın başkanlığında ülkede ve Washington’un politikalarında çok şey değişmiştir. Geçen yılın sonlarında “seçim sathı mailine” giren ABD’de Trump’ın davranışı bu değişiklik akımına hız kattı.
Kongre’nin basılması olayını bu çerçevede değerlendirmek gerek. Pek çok analistin Trump’ı sorumlu görmesi, bunu Amerika’nın siyasi hayatında bir milat olarak nitelendirmesi boşuna değil.
TRUMP TRAVMASI
Kongre’ye saldırı noktasına nasıl gelindiği belli: Seçimleri kaybettiğini bir türlü kabul etmeyen ve yeni Başkan seçilen Biden’ın yolunu kesmek için elinden geleni yapan Trump’ın son günlerde yaptığı provokatif konuşmalar, Cumhuriyetçi taraftarlarını galeyana getirmiş, birtakım fanatik destekçilerini böyle bir eyleme sevk etmiştir. Başkan’ın tutumu, saldırının güvenlik güçleri tarafından durdurulmasına da imkân verememiş, sonuçta Kongre’nin işgal edilmesi gibi çok utanç verici bir tablo gözlerin önüne serilmiştir.
Türkiye yeni yıla ilişkilerde geniş kapsamlı bir açılım hazırlığı içinde girdi.
Ankara son zamanlarda yaptığı değerlendirmelerde, aralarında müttefiklerinin de bulunduğu birçok ülkeyle münasebetlerinin kötüye gittiği ve ortaya çıkan sorunların ciddi gerginliklere yol açtığı noktasından hareket ederek, ilişkilerin düzeltilmesi için, artık yeni bir girişime ihtiyaç olduğuna karar vermiştir.
Bu konuyla ilgili eylem planı, yeni yılın ilk günlerinden itibaren hayata geçirilecek. Türk diplomasisi, bir yandan Batılı müttefikleri nezdinde atağa kalkarken, diğer yandan yakın bölgesinden de birtakım açılımlarda bulunmayı planlıyor.
Ankara’nın bu dış politika hamlesinin önümüzdeki günlerde ve haftalarda nasıl gelişeceğini şimdiden kestirmek zor, ancak böyle yeni bir çabaya başvurulması dahi önem taşıyor.
Batı cephesinde
Yeni açılımın ilk adresi, ABD’yi ve AB’yi kapsayan “Batı cephesi”dir.
Ankara, 20 Ocak’ta iş başına gelecek olan Biden yönetimiyle yapıcı bir müzakere sürecine hazırlanıyor. Amaç, son zamanlarda ilişkilerde büyük sıkıntı yaratan bir dizi ikili soruna çözüm bulmak, resmi ağızların deyişiyle iki ülke arasındaki münasebetlerde “yeni bir sayfa” açmaktır. Bu bağlamda uyuşmazlık konuları üzerinde müzakere süreçleri başlayacak, örneğin S-400’ler meselesinin ortak bir komisyonda görüşülmesi sağlanacak.
AB ile ilişkilerde de “
Yılbaşı geldi mi, herkes merakla sorar: Bu sene nasıl geçecek? Yurtta ve dünyada neler olacak? Gerginlikler ve çatışmalar devam mı edecek, yoksa barış ve huzur hâkim olacak mı?
Senenin ilk gününde, neler olabileceğin konusunda tahminler yürütmek âdettendir. Biz de bu köşede bunu hep yapmaya çalıştık. Genelde geleceğe yönelik yapılan tahminler siyasi gelişmelerle ilgili. Oysa insanların hayatında her şey siyasetten ibaret değil.
Evet, siyasi olayların etkinlik alanı çok geniştir ama geldiğimiz noktada, siyasetten başka faktörlerin de artık devreye girdiği görülüyor. Hatta günümüzde, bu faktörler, siyasetten de daha önemli ve öncelikli bir yer alıyor.
Dolayısıyla, 2021’de neler olabileceği sorusunun yanıtını bu önemli ve öncelikli faktörleri dikkate alarak vermek gerek.
Bu bağlamda en az üç faktör sayabiliriz:
1) Önce sağlık
Koronavirüs salgını bütün insanlığa sağlık konusunun her şeyden önce ve her şeyin üstünde önem taşıdığını öğretmiştir. Bu, insanoğlunun hayatta kalması, yani bekası meselesidir. Onsuz hiçbir şeyin kıymeti olmaz.
Geride bıraktığımız yıl bu konuda çok acı tecrübeler yaşandı. Bunlardan biri de gelişmiş sayılan ülkelerin dahi sosyal sağlık alanında gerekli altyapıya sahip olmadıkları ve virüse karşı savaşta perişan durumuna düştükleridir.
Her sene sonu, Türk dış politikasının o yılki başlıca özelliğini tek kelimeyle ifade etmeye çalışırım. Örneğin, 2019 senesini dış ilişkilerde bir “Atak Yılı” olarak neticelen- dirmiştim. 2018 için “Atılım Yılı” demiştim. Daha önceki yıllar için de “Gerginlik Yılı”ndan “Yeni Yöneliş Yılı”na kadar, çeşitli başlıklar kullanmıştım.
Sona ermek üzere bulunan 2020 için “Yayılma Yılı” sıfatının uygun düşeceğini düşünüyorum. Bundan kastedilen de, biraz daha uzun bir ifadeyle, Türkiye’nin dış politikada bu yıl içinde faaliyet ve nüfuz alanını bölgesel ve küresel çapta genişletmesidir.
Konunun detaylarını girmeden önce, şunu belirtmek gerek: Dış politikadaki olaylar, daha pek çok şey gibi, durup dururken birdenbire gerçekleşmez. Sonuç olarak görünen bir gelişmenin mutlaka bir evveliyatı vardır. Bu bir zincirin halkaları gibidir. Dolayısıyla, 2020’nin özelliğini oluşturan “yayılma” olayı, daha önceki yıllarda oluşmaya başlayan bir zincirin artık belirgin hale gelen son halkasıdır. Nitekim yıl sonu yazılarımda o tek kelimelik sıfatlar (atılım, atak gibi) daha önceki yıllarda başlayan bir yönelimin ve gelişme sürecinin sonucudur.
***
2020 yılında Türk dış politikasının performansı, ortaya koyduğu hedefler, üstlendiği roller ve kazandığı etkinlik bağlamında, şöyle bir tablo sergiliyor:
- “Mavi Vatan” doktrini: 2020 yılının Türk dış politikası açısından en dikkati çeken olayı, “Mavi Vatan” diye adlandırılan hamledir. Türkiye bu yeni konseptiyle Doğu Akdeniz’de kendi egemenliği altında yetki alanları belirlemiş, yeni bir harita ortaya koymuştur.
Bunun sınırları Libya’ya kadar uzanırken, bir yandan da Ege’nin statüsü ve ayrıca Kıbrıs sorununun çözüm şekli de gündeme getirilmiştir. Ankara bu hamleyi gerçekleştirirken, egemenlik hakkı, uluslararası hukuk gibi tartışmaya yol açan argümanlar ortaya koymuş, bunları savunurken, “güç politikası”nı uygularken de diplomasi ve müzakere kapılarını açık tutmuştur.
- Yeni Etkinlik Alanı: Türk dış politikasının yıl içindeki girişim ve atılımları sonucunda, siyasi ve askeri etkinlik alanı Suriye’den Libya’ya, Somali’den Kafkasya’ya kadar geniş bir coğrafyaya yayılmıştır. Türkiye’nin Kuzey Suriye’deki ve Kuzey Irak’taki varlığı pekişmiş, Libya ile imzalanan anlaşmalara nüfuz alanı Kuzey Afrika’ya kadar uzanmış, Kıbrıs etrafında ve Ege’de girişilen sismik araştırmalarla bu bölgeler kontrol altına alınmış, Katar ve Somali gibi ülkelerle kurulan sıkı işbirliğiyle o bölgelerde de bir varlık kurulmuş, Dağlık Karabağ savaşında Azerbaycan’a sağlanan destekle elde edilen zafer sayesinde, Kafkasya’dan Orta Asya’ya ilerleme yolu açılmıştır.
Türkiye’nin yıllar boyunca dış politika kullandığı enstrümanlardan biri de “jeostrateji kartı”dır.
İkinci Dünya Savaşı’ndan Soğuk Savaş sonrasına kadar yakın tarih Türk diplomasisinin bu alandaki hünerinin ve başarılarının sayısız örnekleriyle doludur.
Ankara geçmişte olduğu gibi günümüzde de dış ilişkilerinde jeostratejik avantajını kullanmaya özen göstermektir.
Tabii, Türkiye’nin elindeki bu kartın değeri ve etkinliğinin derecesi, hangi ortamda, ne şekilde kullanıldığına göre değişiyor. Bunu incelemeden önce, jeostratejik faktörünü oluşturan başlıca unsurları kısaca değinelim:
Kuşkusuz coğrafi durum bu elemanların başında gelir.
Türkiye, bu bakımdan müstesna bir konuma sahiptir. Ülkemizin her zaman önem taşıyan bir bölgede hem Batı’da hem Doğu’da, hem Kuzey’de hem Güney’de yer alması, onun uluslararası platformdaki değerini hep yüksek tutmuştur. Tük diplomasisi bunun bazen sıkıntı yaratmasına rağmen, avantajını da kullanmıştır.
Gerçekten Türkiye coğrafi konumu sayesinde, jeostrateji kartını oynamaya en müsait ülkelerden biri olmuştur. Komşu sayılan ülkeler dahi, bu konuda Türkiye kadar şanslı sayılmazlar.
Avantaj sağlayan faktörler listesine, coğrafyanın yanı sıra, tarih, kültür, askeri güç, ekonomik potansiyel, siyasi etkinlik gibi elemanları eklemek gerek.
Bundan 6 yıl önce İstanbul’daki bir düşünce kuruluşu, ABD’den gelen bir Kongre heyetine, Türk dış politikasındaki yeni eğilim ve yönelimler konusunda bir sunum yapmamı istemişti.
Heyet Temsilciler Meclisi’nin önemli üyelerinden ve Kongre’nin dış ilişkiler danışmanlarından oluşuyordu. O günlerde ABD’de tartışılan bir konu da kısaca “eksen kayması” diye nitelendirilen Türk dış politikasındaki yeni trend idi.
Bu konuda Batı’da yapılan spekülasyonlara Ankara “Eksen kayması yok” karşılığını veriyor, havayı yatıştırmaya çalışıyordu.
Aslında o zaman da Türk yetkililer, NATO üyeliğinin ve AB ile ortaklık vizyonunun, yani Batı ile sıkı iş birliğinin Türk dış politikasının “öncelikli, stratejik hedefi” olmaya devam ettiğini defalarca tekrarlıyordu.
Bununla beraber, Ankara, daha bağımsız bir yaklaşımla, “çok yönlü” politikalar geliştirmeye başlıyordu. Bunun makul gerekçeleri vardı: Soğuk savaştan sonra dünya konjonktürü değişmiş, yani şartlar oluşmuş, bu arada Türkiye de ekonomiden diplomasiye, birçok alanda yükselişe geçmişti. Yani artık “yeni bir Türkiye gerçeği” ortaya çıkıyordu. ABD ve bazı Batılı ülkeler, bu gerçeği görmediği gibi, aldıkları kararlarla Türkiye’yi hayal kırıklığına uğratıyordu.
Sebep mi, sonuç mu?
ABD Kongre heyetine yaptığım o konuşmada, Türk dış politikasındaki yeni eğilim ve yönelimlerin, Batı’da dile getirilen endişelerin sebebini değil, sonucunu oluşturduğunu belirtmiştim. Bu noktadan hareketle, konuşmamın sonunda, özellikle eskisi gibi baskılara başvurmaktan sakınmaları gerektiğini belirtmiş ve “Türkiye’yi cepte görmeyin” veya “Torbada keklik sanmayın” deyiminin İngilizcesi olan “Don’t take Turkey for granted” cümlesini kullanmıştım. Gerçekten bu cümle onları etkilemiş görünüyordu.
Şimdi bunları anlatmamın nedeni, halen de benzer bir durumla karşı karşıya olmamızdır.
Türkiye, iktidarı ve muhalefeti, Meclisi ve medyası, hasılı devleti ve halkıyla, ABD’nin yaptırım kararına karşı tek vücut olarak tepkisini gösterdi.
Bu vesileyle Türkiye Cumhuriyeti, Başkan Trump’ın giderayak geçmişteki demeçleriyle çelişen bu tavrı karşısında, S-400 konusunda geri adım atmamak, savunma sanayii politikasını sürdürmek ve böylece egemenliğini korumak azmini de açıkça ortaya koymuş oldu.
Şimdi gelinen noktada, Ankara’nın bu kararlılıkla ABD yaptırımlarına nasıl bir karşılık vereceği gündemde.
Türk siyasi, diplomatik ve askeri yetkilileri halen bu konuda çeşitli opsiyonlar ve senaryolar üzerinde çalışıyor. Bu çalışmalar sonucunda nasıl bir karşılık verileceğini göreceğiz.
Washington’dan yaptırım haberi geldiği andan itibaren, Türkiye’de konu çeşitli çevrelerde, bu arada TV ekranlarında enine boyuna tartışıldı, Türkiye’nin mukabele seçenekleri üzerinde de duruldu.
Bütün bu opsiyonların ışığında, Türkiye’nin önünde iki yolun bulunduğu görülüyor: Birincisi, “sert mukabele”, ikincisi ise “yumuşak karşılık” diye özetlenebilir.
***
Birinci şık, Türkiye’nin bu “Amerikan ambargosu”na, tabir caizse, “misliyle misilleme”de bulunmasını öngörüyor.
AB zirvesinden Türkiye’ye karşı yaptırımlar konusunda çıkan kararın ülkemizde nispi bir rahatlama ve memnunluk yaratmasının, ilk bakışta çelişkili de görünse, iki nedeni var: Birincisi, bu toplantıda, korkulduğu gibi, derhal yaptırım uygulanmasına ilişkin bir mutabakat sağlanamaması ve bunun gelecek mart ayına bırakılması. İkincisi de, Zirve’de Yunanistan ve Fransa’nın başını çektiği birkaç ülkenin yaptırım taleplerinin kabul görmemesi, yani bu ülkelerin yenilgiye uğraması.
Nitekim Yunan muhalefeti ve basını da bu sonucun Atina için tam bir fiyasko olduğunu açıkça itiraf ediyor. Türk yetkilileri ve medyası da Zirve’nin sonucunun daha çok bu yönü üzerinde durdu.
Kuşkusuz bu tespit doğrudur. Ama bu, gerçeğin bir yüzünü yansıtıyor. Bir de öbür yüzüne bakmak gerek. AB ambargo yoluyla Türkiye’yi baskı altında tutmaktan vazgeçmiş değil. Konu gündemde kalıyor. Hatta AB, 20 Ocak’tan sonra ABD’deki Biden yönetimiyle bu alanda koordine bir çalışma yürütmek kararında.
Gerçi Merkel’in Almanya’sının başını çektiği AB üyeleri, jeostratejik ve ekonomik çıkarlar nedeniyle, Türkiye’yi uzaklaştırmak veya kaybetmek istemiyor. Onların gayretiyle, son toplantıda ambargo kararı çıkardı. Fakat konu kapanmış değil. Açıkçası, AB Türkiye’nin Doğu Akdeniz politikasını değiştirmesini şart koşmaya devam ediyor. Yani konu Demokles’in kılıcı gibi ortada duruyor. Gerçeğin bu yüzünü de görüp ona göre bir strateji kurmak gerek.
***
İlginç rastlantı: AB’de 27 ülkenin liderleri ambargo tasarısını görüşürken, ABD Senatosu da, Temsilciler Meclisi’nden geçen ve Türkiye için yaptırım öngören “çok unsurlu” (torba) yasa teklifini onaylıyordu.
Aradaki başlıca fark, AB’den kesin karar çıkmamasına muhalif, ABD Kongresi’nin bu tasarıyı karara bağlaması. Bir de içerikte fark var: AB ambargosunun gerekçesi, Ankara’nın Doğu Akdeniz’deki faaliyeti, ABD Kongresi’nin gerekçesi ise Türkiye’nin Rusya’dan S-400’ler alıp servise koymaya hazırlanması... İkisinde de amaç, Türkiye’yi baskı altında tutarak izlediği politikalardan vazgeçirmek.
AB kesin kararını mart ayına bıraktığı için bir rahatlama oldu. Bu da çelişkili görünebilir ama ABD’den gelen yaptırım haberi Türkiye’de fazla telaş uyandırmadı, çünkü bu kararın uygulamaya konması, Başkan’ın davranışına bağlı. Başkan isterse yasada yer alan en ağır “cezaları” uygular, isterse en hafif olanları. 20 Ocak’a kadar, Beyaz Saray’da kalacak olan Başkan Trump’ın bir aylık süre içinde (veto denemesinden sonra) seçeceği yaptırımların “light” (hafif) yani, sembolik cinsten olacağı söyleniyor.