Türkiye’nin gündeminde şu sırada yer alan bunca ivedi iç ve dış mesele arasında, Türk kamuoyunun küresel ısınma gibi çevre sorunlarıyla fazla ilgilenmemesi doğal karşılanabilir. Ancak hepimizin yaşamını giderek etkilemeye başlayan bu probleme eğilmemiz için şimdi bir fırsat var: Türkiye dahil, 192 ülkenin katıldığı Kopenhag’daki İklim Değişikliği Konferansı...
Geçen hafta başlayan ve önümüzdeki cuma günü, devlet ve hükümet başkanları düzeyindeki bir oturumla tamamlanacak olan bu konferansın amacı, küresel ısınmanın yıkıcı sonuçlarını önlemeye yönelik bir ortak strateji belirlemek.
BM’nin düzenlediği bu konferansın, 2012’de sona erecek olan Kyoto Sözleşmesi’nin yerini alacak bir anlaşma sağlaması, insanlığın -hepimizin- selameti bakımından hayati bir önem taşıyor.
Kopenhag zirvesi, böyle bir müjde ile mi, yoksa umut kırıcı bir fiyaskoyla mı sonuçlanacak?
Bunu herkes gibi, bizlerin de yakından izlemesi gerek.
Nedenler ve sonuçlar
İklim değişikliği veya küresel ısınma diye tanımlanan olayın nedenleri ve yol açmaya başladığı sonuçları hepimiz biliyoruz.
Başbakan R. T. Erdoğan, Washington ziyareti sırasında açık konuştu: Ermenistan’la normalizasyon süreci ile Yukarı Karabağ sorunu arasında bir “ilinti olduğunu” alenen beyan etti.
Erdoğan, Obama ile görüşmesinin ardından düzenlenen basın toplantısında Ermeni kökenli Amerikan gazetecilerin sorularını yanıtlarken, İsviçre’de imzalanan protokollerde bir ön şart bulunmadığını, ancak bu protokollerin parlamento tarafından onaylanması gerektiğini hatırlattı. Başbakan, Türk hükümetinin bu prosedüre göre protokolleri Meclis’e sunduğunu söyledikten sonra, “Parlamento bunları hangi şartlarla kabul eder, bunu biz belirleyemeyiz” şeklinde konuştu ve bu arada 1 Mart tezkeresine bir gönderme yaptı...
Aslında Türkiye ile Ermenistan arasında geçen ekimde imzalanan iki protokolde Yukarı Karabağ sorununa değinilmiyor. Yani iki ülke arasında ilişkilerin normalleştirilmesi ve Türkiye’nin Ermenistan’la sınırlarını açmasıyla ilgili mutabakatın hayata geçirilmesi, bu sorunun çözümü şartına bağlanmıyor.
Ancak bunun gerçekleşmesi için, İsviçre’de imzalanan metinlerin iki ülkenin parlamentoları tarafından onaylanması zorunlu kılınıyor.
Türkiye’de Meclis, Yukarı Karabağ sorununun çözümünde Azerbaycan’ı
Son haftalarda hep merak edilen konuydu: AB bu Aralık zirvesinde Kıbrıs yüzünden Türkiye aleyhinde bir karar verebilir miydi? Üyelik müzakereleri sürecini askıya alabilir miydi? Veya Türkiye’yi büsbütün küstürecek bazı yaptırımlara başvurabilir miydi?
Bu hafta AB Dışişleri bakanlarının hararetli tartışmalardan sonra son şeklini verdiği (ve dün başlayan iki günlük zirvede onaylanması beklenen) karar metninde bu olasılıkların hiçbiri yok: AB ile müzakere sürecinin askıya alınması kesinlikle söz konusu değil. Herhangi bir yaptırım veya cezai önlem yok. Hatta verilen yeni bir mühlet de yok...
AB’nin bu konudaki nihai tavrı, Türkiye için oldukça rahatlatıcı.
Ankara’yı aylardır baskı altında tutan sorun, aslında Türk hükümetinin 3 yıl önce bulunduğu bir taahhütten kaynaklanıyor. Türkiye, Ankara ek protokolü uyarınca Aralık 2009’a kadar limanlarını Kıbrıs Rum gemilerine ve hava alanlarını Kıbrıs Rum uçaklarına açma yükümlülüğünü kabul etmiş, bu husus Aralık 2006’da AB zirvesinin bildirisinde açıkça yer almıştı.
Türkiye bu sözünü çeşitli nedenlerden yerine getiremedi. Başlıca gerekçe, Rum yönetiminin Kuzey Kıbrıs’ı abluka altında tutması, AB’nin de KKTC’ye karşı izolasyon politikasını
Washington’daki Erdoğan-Obama görüşmesinden göz kamaştırıcı sonuçlar bekleyenler düş kırıklığına uğramış olabilirler. Ancak bu buluşmadan sansasyonel veya şaşırtıcı kararların çıkmayacağı önceden belliydi.
Bu bakımdan bizim medyada Beyaz Saray’daki zirve için “kritik” veya “tarihi” gibi sıfatlar kullanılması yersizdi doğrusu.
Tabii ki bu mühim bir buluşmaydı. Ama olağanüstü kararlar almak için düzenlenen bir doruk değildi.
ABD Başkanı bu daveti Türk lideriyle özellikle Türkiye’nin dış politikasında dikkatleri çeken yeni yönelimlerin yer aldığı bir sırada dünya meselelerini görüşmek, bu zeminde mümkün olduğu kadar bir uyum ve işbirliği sağlamak için yapmıştı. Türkiye’nin de bu buluşmadan beklentisi aynı doğrultudaydı.
“My Friend, Erdoğan”
Denilebilir ki, bu amaç -hem “havası” hem de içeriği açısından- geniş ölçüde gerçekleşti: Görüşme çok samimi bir atmosferde yapıldı, Obama’nın Erdoğan’ı “my friend” (dostum) diye selamlayıp yemeğe alıkoyması, bu yakınlığın bir göstergesi...
Türk-Amerikan ilişkileri çerçevesinde bu hafta en çok tartışılan konu, ABD’nin Türkiye’den Afganistan’a muharip asker göndermesi istemi ve Ankara’nın buna tepkisi oldu.
Önümüzdeki pazartesi Başbakan R. T. Erdoğan’ın ABD Başkanı Barack Obama ile Beyaz Saray’ın ünlü Oval Ofisi’nde yapacağı görüşmede de kuşkusuz bu konu ele alınacak. Ama bazı söylentilerin aksine, Afganistan sorunu görüşmelerin bir numaralı konusu olmayacak.
Aldığımız duyumlara göre, bu buluşmada tartışılacak en önemli ve en ivedi konu İran olacak.
İran krizinin yeniden tırmanmaya yüz tuttuğu bir sırada, bu sorun Türk-Amerikan ilişkilerinde olumsuz bir etken olma potansiyeline sahip.
İran konusunu daha aşağıda değerlendireceğiz. Ama önce şunu belirtelim: Erdoğan-Obama buluşması, Türkiye-ABD ilişkilerinin, son yıllara oranla, en müsait ve cesaret verici olduğu bir döneme rastlıyor.
Başkan Obama Türkiye ile ilişkilere öncelik verdiğini, işe başlar başlamaz Türkiye’yi ziyaretiyle ve konuşmalarıyla ortaya koydu. Bugünkü yönetim birçok uluslararası meselede Türkiye’ninkine yakın bir tavır içinde.
Obama’nın bu vesileyle Erdoğan’a bölgede oynadığı rolle ilgili olarak övgülerini ve desteğini ifade edeceğinden emin
ABD Başkanı Barack Obama’nın Afganistan’a göndermeye karar verdiği 30 bin kişilik ek güçle, Taliban’a ve El Kaide’ye karşı 8 yıldır sürdürülen savaş kazanılabilecek mi?
ABD lideri aylarca süren istişarelerden -ve tereddütten- sonra, nihayet bu kararı verdiğine göre, böyle bir beklentisi var demektir. Nitekim West Point’teki askeri akademide, “yeni Afganistan stratejisi”ni açıklarken, bu umudunu dile getirdi.
Aslında Obama başkanlık koltuğuna oturduğu günden itibaren, dış politikadaki öncelikli amacının Irak’tan çekilmek, Afganistan’a takviye birlik göndermek olduğunu söylemişti. Şimdi bu sözünü yerine getiriyor.
Kuşkusuz herkes onun fikrinde değil. ABD gazetelerinin haber ve başyazılarına bakmak, Amerikan toplumunun bu konuda ne kadar bölünmüş olduğunu öğrenmek için yeterli.
Obama da, West Point’teki konuşmasında, aldığı kararın “popüler” olmadığını itiraf etti. Gerçekten Amerikalılar da -diğer müttefikler gibi- bu savaştan hiç hoşlanmıyor ve çoğu da bunun devamında yarar görmüyor.
Domino etkisi
İsviçre halkının -diğer Avrupa halkları gibi- ülkeye gelip yerleşen yabancılardan ve özellikle Müslüman topluluklardan pek hoşlanmadığı biliniyor; ama bu duygularının minarelere tahammülsüzlük derecesine varacağı doğrusu tahmin edilmiyordu.
Bu gerçek şimdi minare yapımı yasağını getiren referandumla açıkça ortaya çıktı.
Referandum sonucu, İsviçre halkının geniş bir kesiminin gözünde, “minare sorunu”nun, ayrımcılığın bir sembolü haline geldiğini gösteriyor.
Bu “sorunu” halkoyuna sunanlar, bunun “şehir planlaması” ile ilgili olduğunu istedikleri kadar iddia etsinler, referandum’da “evet” diyenlerin çoğu, herhalde bir caminin bulunduğu yerde bir de minarenin kurulmasının kentin mimari görüntüsünü bozacağı düşüncesiyle bu yasağı onaylamış değil.
Bu kampanyayı körükleyen partilerin pankartları ve sloganları, ayrıca sandığa “evet” pusulasını atanların çoğunun duyguları, olayın “siyasi” bir anlam taşıdığını ortaya koyuyor.
Gerçekte bu “evet” Müslüman topluluklara, onların inanç ve geleneklerine, kültür ve yaşam tarzlarına karşı duyulan tepkilerin bir tezahürüdür. Bu “evet” aynı zamanda aşırı milliyetçi ve ırkçı çevrelerin, yabancı veya “öteki” gözü ile baktıkları azınlıklara karşı
Gün geçmiyor ki yabancı basında Türkiye’nin dış politikasıyla ilgili yazılar çıkmasın. Buna sadece Batı’daki değil, Doğu’daki -ve özellikle Ortadoğu’daki- basın da dahil.
Türk dış politikasındaki gelişmeler yabancı resmi çevrelerde ve düşünce kuruluşlarında da sık sık tartışılan bir konu...
Şu ana kadar Batı’da yapılan değerlendirmeleri toparladığımızda, iki farklı görüşün ortaya çıktığını görüyoruz. Yaygın olan görüş, Türk dış politikasında bir “eksen kayması”nın gerçekleştiği, Ankara’nın giderek Doğu’ya yaklaştığı yönündedir. Diğer görüşte olanlar ise, Türkiye’nin izlediği yeni politikanın sonuçta Batı’nın da yararına olabileceğini öne sürüyorlar.
Bütün bu değerlendirmeler genelde Batı’nın Türk dış politikasındaki değişiklikleri hazmetmekte güçlük çektiğini gösteriyor. Diğer bir deyişle, birçok Batılı gözlemci Türkiye’ye Soğuk Savaş döneminde olduğu gibi, tamamen Batı’ya bağlı olarak hareket eden ve bu davranışıyla “güvenilen Türkiye” olarak bakıyorlar.
Ankara kimden yana?
Oysa, dünya şartları gibi, Türkiye de değişti. Bugün kendi siyasal ve ekonomik gücüne güvenerek, daha bağımsız hareket edebilme noktasına gelen bir Türkiye var. Ne var ki Batı’da Türkiye’yi eskisi gibi