Bu ayın başında Türkiye, tüm komşularıyla “sıfır sorun” diplomasisinin ibresini bu kez Batı’ya çevirerek Yunanistan’a yeni bir “açılım” gerçekleştirdi. Başbakan R. T. Erdoğan, Yunan Başbakanı Y. Papandreu’ya yazdığı bir mektupla, iki komşu ülke arasındaki sorunların çözümlenmesi ve ilişkilerin canlandırılması için, bir öneri paketi sundu.
Ankara’nın bu girişimi, Türk diplomasisinin daha çok Güney ve Doğu sınırlarındaki -Suriye, Irak ve İran gibi- ülkelerle ilişkilere odaklandığı bir döneme rastladığı için, dikkatleri fazla çekmemiş olabilir. Ama bu girişim zamanlaması ve içeriği açısından gerçekten önemli. Papandreu’nun yeni Başbakan olarak görevine başlamasının hemen başında Erdoğan’ın yazdığı bu mektup, sıfır sorun ve dostane ilişkiler konusunda güçlü bir siyasi irade ve kararlılık beyan ediyor.
Yunan Başbakanı’nın bugünlerde beklenen cevabının aynı iradeyi ve kararlılığı ifade etmesi şansı yüksek. Papandreu bunun bir sinyalini de önceki akşam Berlin’de ABD Dışişleri Bakanı Hilllary Clinton ile yaptığı görüşme sırasında verdi. Yunan lideri, Erdoğan ile temas halinde olduğunu söyleyerek ilişkilerde yeni bir sürecin başlatılması konusundaki istekliliğini ifade etti.
Dört
Sudan Cumhurbaşkanı Ömer El Beşir’in İSEDAK zirvesi için İstanbul’a gelmekten -nedeni ne olursa olsun- son dakikada vazgeçmesi, Türkiye’yi büyük bir sıkıntıdan kurtardı. Ancak bu kriz sırasında Türk yetkililerinin bazı beyanlar, özellikle Türkiye‘nin “eksen kayması”ndan söz edildiği bir sırada, duyulan kuşkuları gene gündeme getirdi.
Bu kez kuşkuların nedeni Türkiye’nin, Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin insanlık suçuyla itham ettiği ve hakkında tutuklama emri çıkardığı Sudanlı diktatörü savunuyor görünmesidir.
Başbakan Erdoğan, Darfur’a gittiğini, fakat soykırım tespit etmediğini söylerken, uluslararası mahkemenin kapsamlı soruşturmalardan sonra vardığı hükme ve bunu kabul eden yüzden fazla ülkenin -ayrıca çok saygın uluslararası kuruluşların- duruşuna ters düştü.
Cumhurbaşkanı Gül ise El Beşir’in ziyaretiyle ilgili hassasiyetini bildiren AB’ye meydan okurcasına “Bize ne karışırlar?” tarzında bir ifade kullandı. Bu da AB ile insan hakları, demokrasi gibi değerler üzerinde uyum sağlamaya çalışan Türkiye’nin temel politikasıyla örtüşmüyor.
Yetkililer El Beşir’e davetin Türk hükümeti değil, İslam Konferansı Örgütü (İKÖ) tarafından yapıldığını belirtirken de Türkiye’nin
Geçenlerde Fransız “Le Monde” gazetesinde Türk dış politikasındaki değişikliklerle ilgili bir yazı, “Türkiye’yi kaybediyor muyuz?” başlığı altında çıkmıştı.
Bu başlık bir süreden beri Batı çevrelerinde duyulan ciddi bir endişeyi yansıtıyor. Nitekim ABD’de ve Avrupa’da, Ankara’nın giderek Batı’dan uzaklaştığını -ve Doğu’ya yöneldiğini- düşünen çok kişi “Türkiye’yi tekrar nasıl kazanabiliriz?” sorusunu soruyor.
Batılıların bu konuda neler yapması -veya yapmaması- gerektiğini özetle şu üç noktada toplayabiliriz:
1- Batılılar artık Soğuk Savaş döneminin Türkiye’sinden farklı, siyasal ve ekonomik bakımdan daha güçlü ve dinamik bir Türkiye ile karşı karşıya olduklarını görmeli ve bu yeni gerçeğe göre hareket etmeli. “Türkiye’yi kaybetmek”ten söz edenler, Türkiye’yi eskiden olduğu gibi her konuda Batı ile birlikte hareket etmesini bekleyenlerdir. Oysa Türk diplomasisi şimdi kendi inisiyatifini kullanmaya, manevra kabiliyetini genişletmeye bakıyor.
2- ABD’de Obama yönetimi, yeni Türkiye realitesini kavramış görünüyor, Ankara ile daha sıkı bir danışma ve dayanışma içine girmeye çalışıyor. Halen Washington ile Ankara’nın birçok meseleye bakış açısı eskisine göre daha yakın. Bazı
Türk dış politikasında son zamanlarda bazı önemli değişikliklerin yer aldığı bir gerçek.
Bu değişiklileri Batıda kaygı ile izleyenler, Türkiye’nin giderek Batı’dan uzaklaştığını ve Doğu’ya (özellikle Ortadoğu’ya) kaydığını öne sürüyorlar. Hatta Ankara’nın bu gidişle, Batı’dan kopabileceğini düşünenler de var.
Bu, bazı Batılıların Türkiye’ye, kendi eski kıstaslarına göre bakmalarının bir sonucudur. Oysa Türkiye değişmiştir. Dünya konjonktürü değiştiği gibi...
Soğuk Savaş döneminde Türkiye’nin dış politikası Batıya endeksliydi. Ankara karşılaştığı dış (ve iç) tehditler karşısında, doğal olarak hep Batılı müttefikleriyle birlikte hareket ediyordu. O yıllarda Türkiye’nin daha bağımsız bir politika izleme lüksü yoktu.
Soğuk Savaş’tan sonra dünyadaki şartlar, dengeler değişti. Türkiye bazı konularda kendi çıkarları doğrultusunda hareket etmeye başladı. Ancak Özal, Ecevit ve Demirel dönemlerinde atılan bazı adımlar, bugünkü değişikliklerle kıyaslanmaz tabii. O zamanki açılımlar çok daha mütevazı olduğu gibi, Türkiye yine de kendisini Batı camiasının bir mensubu sayıyor ve önemli meselelerde yine hep Batılı müttefikleriyle birlikte hareket ediyordu.
Şimdi durum farklı. Çünkü dünya
Geçen yıl bu zamanlarda Türkiye Dışişleri Bakanı’nın kalabalık bir heyetle Erbil’e gideceğini, ellerinde Türk bayrağı sallayan Kürt halkı tarafından coşkuyla karşılanacağını, Mesud Barzani başta olmak üzere Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi (IKBY) liderleriyle görüşmelerde bulunacağını kim tahmin edebilirdi?
O dönemde Ankara ile Erbil arasında büyük bir gerginlik hüküm sürüyordu. Zaman zaman PKK hedeflerini bombalamak için Kuzey Irak’a karşı operasyonlar düzenlenirken, Türk ve Kürt yetkililer arasında sert bir söz düellosu cereyan ediyordu.
Öylesine gergin bir ortamdan şimdiki yakınlaşma sürecine girilmesinde, Ankara’nın akılcı ve pragmatik bir strateji uygulamasının büyük payı var. Gerçekten Türk hükümeti, Kuzey Irak’ta üslenen PKK teröristlerinin kanlı saldırılarının yarattığı öfke ve infiale rağmen, bu stratejisini soğukkanlılıkla sürdürmeyi başardı.
Nitekim TSK sınır ötesi operasyonlarını sürdürürken, Türk diplomasisi de başta ABD’nin, daha sonra da -özellikle ABD’nin de baskısıyla- Kürt yönetiminin desteğini sağlayabildi. Bu destek, aynı zamanda Türkiye’nin ABD ile olduğu gibi, IKBY ile de ilişkilerinde bir rahatlamaya yol açtı.
Nasıl gerçekleşti?
Bugünkü noktaya,
DIŞİŞLERİ Bakanı Ahmet Davutoğlu, önceki gün Kuzey Irak ziyaretinden dönerken, uçakta gazetecilerle sohbetinde, ekim ayını bir “Barış Ayı” olarak nitelendirdi.
Gerçekten ekim ayı, Türk diplomasisinin özellikle bölge odaklı önemli “hamleleri”nin gerçekleştiği bir ay oldu. Dışişleri Bakanı başta olmak üzere, Cumhurbaşkanı ve Başbakan bu bir ay içerisinde pek çok komşu ülkeye gittiler, onlarla yeni anlaşmalar imzaladılar, ayrıca bölgedeki anlaşmazlıkların giderilmesi ve barışın kurulması için girişimlerde bulundular.
Örneğin Prof. Davutoğlu, bu çabalar arasında, Bosna-Hersek ile Sırbistan arasındaki uyuşmazlığın halli için, Türk diplomasisinin harcadığı çabalara değindi. Dışişleri Bakanı, önce bu iki ülkenin dışişleri bakanları ile İstanbul’da bir araya geldi. Türkiye bu sorunun çözümü için bir Eylem Planı hazırladı. Bakan Bosna’ya giderken, Cumhurbaşkanı da Sırbistan’ı ziyaret etti. Şimdi taraflar Türkiye’nin bir nevi arabuluculuğuyla bu plan üzerinde çalışıyorlar...
Uzun liste
DAVUTOĞLU’nun sözünü ettiği bu girişim, Türkiye’nin bir süredir üstlendiği benzer misyonlardan sadece bir tanesi.
Buna isterseniz “arabuluculuk” deyin, isterseniz “kolaylaştırıcı rolü” diye
TÜRK ve İsrailli akademisyenlerin hafta içinde Tel-Aviv’de ortaklaşa düzenledikleri bir konferans, İsraillilerin Türkiye’nin Ortadoğu politikasındaki son gelişmeler karşısında ne kadar kırgın ve kaygılı olduklarını ortaya koydu.
Bahçeşehir Üniversitesi ile İsrail’deki Bar-İlan Üniversitesi tarafından gerçekleştirilen iki günlük toplantılarda, İsrailli diplomatların ve askeri uzmanların da katılımıyla, Türkiye’nin dış politikasındaki yeni yönelimlerin yanı sıra, Türk-İsrail ilişkilerindeki sıkıntılar tartışıldı.
Toplantılarda konuşulanların ışığında, İsrail’deki Türkiye ile ilgili “genel hava”yı şöyle özetleyebiliriz:
“Anadolu Kartalı” tatbikatından son dakikada İsrail’in dışlanmasının ve TRT’de “Ayrılık” dizisinin gösterilmesinin İsrail’de yol açtığı şok hâlâ devam ediyor. Tatbikat olayı, stratejik işbirliğine indirilen bir darbe olarak görülüyor. TRT’deki dizi ise, bir düşmanlık ve nefret yaratma potansiyeline sahip olması bakımından tehlikeli sayılıyor.
Farklı bakış açısı
BİRÇOK İsrailli konuşmacı, Türk hükümetinin Davos olayından bu yana aldığı tavrı, haysiyet kırıcı ve şimdiye kadar Türkiye’nin izlediği İsrail ile dostluk politikasına aykırı saydıklarını açıkça
TÜRKİYE’nin Ortadoğu politikasındaki açılımlar -ve hele şimdiki İran açılımı- uluslararası toplulukta farklı yorumlara ve tepkilere yol açıyor.
Genel olarak Batı dünyasında bu hareketler kaygıyla izleniyor ve Türkiye’nin “eksen kayması”nın bir işareti olarak algılanıyor. Başbakan Erdoğan’ın tam İran ziyareti sırasında “The Guardian” ve “El Cezire”ye demeçlerinde İran’ın lehinde söyledikleri, bu hoşnutsuzluğu ve endişeyi artırmış görünüyor.
Buna karşılık Arap ve İslam dünyası Ankara’nın yeni Ortadoğu açılımlarından memnun. Geçen hafta Kültür Üniversitesi’nde katıldığımız bir toplantıda konuşan Arap Birliği yetkilileri, hükümetin yeni politikasından büyük cesaret aldıklarını söylediler.
Ortadoğu açılımlarıyla ilgili tepkilerde görülen bu farklılıklara, hatta çelişkilere mukabil, bir başka bölgedeki bir açılım, geniş uluslararası destek görüyor. O da Ermenistan açılımı...
Türk diplomasisinin bu yeni girişimi, gerçekten Batı’da da, Doğu’da da çok büyük ilgi ve sempati gördü. Zürih’te protokollerin imza töreninde ABD’den Rusya’ya, AB’den AGİT’in Minsk Grubu’na kadar çeşitli ülke ve örgütlerin sergilediği destek tablosu, az rastlanan bir manzara.
Farklı nedenler