CUMHURBAŞKANI Abdullah Gül’ün Paris ziyareti, geçen temmuzda başlayan, fakat şimdiye kadar silik geçen “Türk Mevsimi“ne bir canlılık getirdi.
Gül’ün bu ziyaretini, Türkiye’yi Fransızlara tanıtmayı amaçlayan ve önümüzdeki mart ayına kadar sürecek olan “mevsim” kapsamında gerçekleştirmekte olduğunu hatırlatalım. Yani bu, Fransa’ya yapılan “resmi bir ziyaret“ değil. Ancak Gül’ü bu etkinliklere katılması ve bu arada ünlü “Grand Palais”de düzenlenen “Bizans’tan İstanbul’a” sergisini açması için “resmen” davet eden de Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy’dir...
Dolayısıyla bu Paris seyahati, “hem ziyaret, hem ticaret“ kabilinden, Cumhurbaşkanımıza ve yanındaki heyete hem Türkiye’yi tanıtma operasyonuna ivme kazandırma hem de Fransız liderleriyle görüşme olanağını veriyor.
Tanıtma bağlamında, Gül’ün gezisi Eyfel Kulesi’nin kırmızı-beyaz renklerle ışıklandırılmasından “Le Monde”un 8 sayfalık bir Türkiye eki yayımlamasına kadar, bir hareketlilik yarattı. Ayrıca Fransa’nın kalburüstü aydınları, işadamları ve kanaat önderleriyle temas imkânını sağladı.
Bunlar, Fransa’da daha olumlu bir Türkiye imajı yaratma kampanyasına güç kazandıran gelişmeler.
Ama bu ziyaret asıl Sarkozy ile buluşma
ERMENİSTAN Cumhurbaşkanı Serj Sarkisyan, Türkiye ile parafe edilen protokoller üzerinde destek sağlamak üzere Ermeni diasporası turuna çıkarken, bu kadar şiddetli bir muhalefetle karşılaşacağını tahmin etmemişti.
Ermenistan liderinin seyahat programında sırayla Paris, New York, Los Angeles, Beyrut ve Rostov-na-Donu (Rusya) vardı. Amacı, diasporanın bu önemli merkezlerinde Ermeni temsilcilerin görüşlerini öğrenmek ve onları 31 Ağustos’ta Türkiye ile varılan mutabakatın yararları üzerinde ikna etmekti...
Oysa Sarkisyan şimdiye kadar gittiği Paris, New York ve Los Angeles’ta diasporadaki çeşitli örgütlerin temsilcilerinin sert eleştirilerinin yanı sıra, binlerce Ermeninin protesto gösterileriyle karşılaştı. “Protokollere Hayır” kampanyası, Sarkisyan’ın ziyaret programının dışındaki yerlere kadar uzandı ve Toronto’dan Buenes Aires’a kadar birçok kentlerde protesto gösterileri düzenlendi.
Los Angeles’taki bir Ermeni örgütünün başında bulunan Sona Madenyan’ın deyişiyle, “eskiden diaspora Ermenileri Türkiye’yi protesto ederlerdi, şimdi ise Ermenistan Cumhurbaşkanı’nı protesto ediyorlar”...
İtirazlar yükseliyor
ERİVAN ile Ermeni diasporasının protokoller yüzünden karşı karşıya
YUNANİSTAN’daki siyasi hayatı “döner kapı”ya benzetenler var. Gerçekten komşu ülkede yıllardan beri iki ana partiden biri iktidara gelirken, diğeri gidiyor; bir süre sonra bunun aksi oluyor ve giden parti bu kez geri dönüyor...
Pazar günkü seçimlerde bu “döner kapı” durumu bir kere daha yaşandı: Daha gerilere gitmeye gerek yok; 2004 seçimlerinde, sosyalist PASOK iktidarı kaybetmiş, merkez-sağ Yeni Demokrasi Partisi (YDP) yönetime gelmişti. Bu kez ise YDP’ye yol görünmüş, PASOK yönetime gelmiştir.
Bu gidiş-geliş hareketinin bir özelliği de, olayın hep iki köklü aile veya hanedan -yani Papandreu’lar ile Karamanlis’ler- arasında cereyan etmesidir.
Bu kez “gelen”, Yunanistan’ın yakın siyasi tarihine damgasını vuran isimlerden Yorgo Papandreu’nun torunu ve Andreas Papandreu’nun oğlu olan, PASOK lideri 57 yaşındaki Yorgo Papandreu’dur.
“Giden” ise, gene yakın geçmişte Yunan siyasetinde önemli rol oynayan Konstantin Karamanlis’in yeğeni, YDP lideri, 53 yaşındaki Kostas Karamanlis’tir.
Kostas iktidarı rakibi Yorgo’ya devrederken, bu kez partisinin başkanlığını da bırakıyor ki bu, Yunanistan dahil, bölgemizde siyasi liderlerden görmeye pek alışık olmadığımız bir jest..
YUNANİSTAN’ın son yarım yüzyıllık siyasi yaşamının 32 yılına iki güçlü aile -Papandreu’lar ve Karamanlis’ler- hâkim olmuştur.
Bu “hanedan” düzeni -bazı kısa aralar dışında- günümüze kadar devam etmiştir.
Yarın yapılacak olan seçimlerde esas iki rakip de, bu iki köklü ailenin mensupları...
Sosyalist PASOK’un 57 yaşındaki lideri Yorgo Papandreu’nun dedesi (Yorgo) ve babası (Andreas) da yıllarca Yunanistan’ı yönetmişti.
Muhafazakâr Yeni Demokrasi Partisi (NDP) lideri 53 yaşındaki Kostas Karamanlis ise askeri cunta döneminden sonra başbakanlık yapan Konstantin Karamanlis’in yeğenidir.
Kostas Karamanlis 2004 seçimlerinde PASOK’u yenip iktidara gelmişti. Kendisi 2007’de yapılan erken seçimleri bir hayli zorlanarak kazanmış ve koltuğunu koruyabilmişti.
Ama yarın yapılacak seçimlerde aynı başarıyı göstereceği şüpheli. Anketler, rakibi Papandreu’yu daha şanslı gösteriyor. Bu tahminler doğru çıkarsa, Yunan siyasetindeki yeni döneme, gene bir Papandreu damgasını vurmuş olacak...
İRAN dün Cenevre’de başlayan nükleer krizle ilgili uluslararası konferansa, son günlerde elde ettiği bazı diplomatik ve askeri başarıların sağladığı avantajla katılmış bulunuyor.
Bir kere bu konferansın gerçekleşmesi, bir yıldır nazlanan İran’ın nihayet 5+1 grubuna reddedemeyeceği bir öneri sunması sayesinde mümkün oldu. İran diplomasisi bu konuda başarılı bir taktik uyguladı.
Geçen hafta Cumhurbaşkanı Ahmedinecad’ın BM Genel Kurul toplantısına katılması, İran’ın kendi görüşlerini dünyaya duyurmasına vesile oldu.
Bu arada İran, kutsal Kum kenti yakınlarında, uranyum zenginleştirmeye yönelik yeni bir nükleer tesis kurduğuna dair açıklamasıyla herkesi şaşırttı. Tahran bu tesisi uluslararası denetime açık tutabileceğini bildirmekle bir işbirliği mesajı göndermiş oldu.
Ancak birkaç gün sonra, İran 2000 km’ye kadar varan uzun menzilli iki füzeyi (Şahab-3 ve Sicil-2) denediğini ilan etmekle dünyayı gene şaşırttı. Bu açıklamaların tam Cenevre konferansı öncesinde yapılması, -birçok çevrede yarattığı kaygıya rağmen- İran’a masaya daha güçlü bir pozisyondan oturma olanağını veriyor.
Nihayet Ahmedinecad’a cesaret veren bir başka gelişme de Türkiye’nin İran’a tam bu kritik dönemde
NÜKLEER silahlardan arındırılmış bir dünya kim istemez? Kâğıt üstünde veya lafta herkes ister, ama iş fiilen “silahlara veda” noktasına gelince, doğrusu kimse bu yönde bir adım atmaya yanaşmaz.
Yıllardan beri nükleer silahsızlanmadan söz edilir. Bu amaçla konferanslar düzenlenir, müzakereler yapılır. Ancak günümüze dek, bu konuda en ufak bir ilerleme kaydedilmiş değil. Aksine, “Atom Kulübü”ne katılanların sayısı, ayrıca yeni nükleer denemelerin ve mevcut atom bombaları stoklarının miktarı daha da arttı.
Zaman zaman “nükleer savaş kâbusu”nun etkisiyle, bu alanda silahsızlanmaya gidilmesi için bazı çabalar harcanıyor. Bazen genel prensipler üzerinde mutabakata varıldığı da oluyor. Ne var ki, bu anlaşmalar bağlayıcı veya zorlayıcı hükümlerden yoksun olduğu için, çoğu zaman kâğıt üstünde kalıyor.
Geçen hafta ABD Başkanı Barack Obama’nın girişimi ile BM Güvenlik Konseyi’nde gerçekleşen mutabakatlı da benzer bir akıbetin beklediğini tahmin etmek, güç değil.
Ama gene de bu fikri ve çabayı alkışlamak gerek.
Obama bu öneriyi “nükleer silahlardan arındırılmış bir dünya” vizyonu ve “Küresel Sıfır” (Global Zero) sloganıyla ortaya attı... Nihai hedef, nükleer silahların
BU küresel ekonomik kriz döneminde, iktidarda bulunan bir partinin seçimleri yeniden kazanması, büyük bir başarı sayılır.
Almanya’da Angela Merkel’in lideri olduğu Hıristiyan Demokratlar(CDU/CSU), böyle bir başarı kazanmış bulunuyor.
Aslında Hıristiyan Demokratlar bu seçimlerde -dört yıl önceki seçimlere göre- daha fazla destek elde etmediler, aksine, bir miktar oy kaybettiler.
Şansölye Merkel’in başında bulunduğu koalisyon hükümetinin diğer ortağı Sosyal Demokratlar(SPD) ise, liderleri F. W. Steinmeier’in deyişiyle, “acı bir yenilgi”ye uğradılar.
Angela Merkel’in yeniden hükümeti kurabilecek duruma gelmesinde iki önemli faktör var:
Birincisi, bizzat Merkel’in popülaritesi ve özellikle ona oy verenlerin güveni ve desteğidir.
Merkel’in başarısında kendisinin ilk kadın Başbakan olmasının büyük payı var. Bunun yanı sıra, karizmatik, ne istediğini bilen, kararlı ve enerjik bir politikacı olması da bir başka neden. Merkel bu nitelikleriyle, dört yıllık iktidarı sırasında iyi bir performans gösterdi ve özellikle son bir yıl içinde küresel ekonomik krizin Almanya’yı fazla sarsmamasını sağlayabildi.
BAŞBAKAN Recep Tayyip Erdoğan’ın BM Genel Kurulu’ndaki konuşması sırasında Kıbrıs’la ilgili söyledikleri, Ankara’nın Kıbrıs meselesinde yeni bir yaklaşım benimsemekte olduğunu ortaya koydu.
Erdoğan’ın dünya örgütünün kürsüsünden verdiği mesaj açık: Kıbrıs’taki müzakereler hızla ilerlemez ve gelecek ilkbahara kadar anlaşmayla sonuçlanmazsa, artık bir daha görüşme olmayacak, KKTC’nin bağımsız bir devlet olarak uluslararası camia tarafından tanınmasına çalışılacak...
Halen BM toplantıları vesilesiyle New York’ta bulunan KKTC Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat da bu doğrultuda mesajlar veriyor.
Bu, Türkiye’nin Kıbrıs stratejisindeki yeni bir yönelimin işareti. Şöyle ki: Şimdiye kadar Türk tarafı, iki kurucu devletin, eşitlik ve demokratlık esaslarına dayalı, iki kesimli federal bir Kıbrıs Cumhuriyeti oluşturmasını istiyordu. Yani amaç, bu parametreler çerçevesinde, adada “birleşme”nin sağlanmasıydı.
Birleşme hayali
TALAT ile Kıbrıs Rum Başkanı Hristofyas arasındaki görüşmelerin başında esen iyimserlik havasına karşı son zamanlarda su üstüne çıkan derin anlaşmazlıklar, Türkiye’de ve KKTC’de bu hedefe ulaşılamayacağı kanaatini doğurdu. Yapılan değerlendirmelerde, anlaşmaya