Türkiye, Azerbaycan ve Ermenistan arasında New York’ta Dışişleri Bakanları düzeyindeki üçlü toplantı ile başlayan yeni süreç bir sonuç verebilir mi?
Uyuşmazlıkların çözümü amacıyla girişilen her sürecin başında olduğu gibi, Karabağ sorununun halli umuduyla başlatılan bu girişime de ihtiyatla yaklaşmak doğal.
Yıllardan beri Azerbaycan ile Ermenistan arasında gerginlik yaratan, ayrıca Ankara ile Erivan arasındaki ilişkilerde bir engel olarak duran Dağlık Karabağ sorununa uluslararası diplomasi, -özellikle AGİT çerçevesinde- bir çözüm bulamadı. Şimdi Türkiye’nin girişimi ile, iki tarafın bir araya gelmesi ve yeni bir diyaloğun başlaması, ne kadar başarı sağlar?
Açıkçası bunun hiçbir garantisi yok. Ama olaya olumsuz bakanlara karşı söylenebilecek şey, bunun “denemeye değer” olduğudur. Sadece bunun “hiçbir şey yapmamaktan daha iyi” olduğu için değil, aynı zamanda Kafkasya’daki koşullar değiştiği, bölgedeki konjonktür şimdi daha müsait olduğu için... Bir de
ABD’yi derinden vuran mali krizin artçı sarsıntılarının, ülkelerin durumuna göre, bütün dünyayı az veya çok, etkileyeceği çok açık.
Krizin daha şimdiden Atlantiğin Avrupa yakasından Asya’nın Pasifik sahillerine kadar uzanan geniş coğrafyada, birçok ülkeyi etkisi altına almaya başladığı görülüyor.
Wall Street’ten çıkan bu mali “tsunami”nin -kontrol edilememesi halinde- küresel bir afete dönüşmesi de kaçınılmaz görünüyor. Tabii beraberinde ekonomik olduğu kadar, sosyal ve siyasal sarsıntıları da getirerek...
Bu köşede iki gündür ABD’deki mali krizin siyasal sonuçlarını inceliyoruz. Özetle, bu kriz yüzünden ABD’nin kendi derdine düşmesi, içine kapanması, dışta “dominan” tavrını değiştirmesi, tek yanlı çıkışlardan -ve askeri serüvenlerden- çekinmesi olasılığı artıyor. Ancak bu krizle “Amerikan Çağı”nın sona ermekte olduğu ve “çok kutuplu bir dünya”ya doğru gidildiği sonucunu çıkarmak
DÜNKÜ yazımızda, “Amerikan çağının sonu mu?” sorusuna “evet” demek için zamanın erken olduğunu yazmıştık. Bugün de, başlıktaki soruyu aynı şekilde yanıtlamak gerektiği kanısındayız.
Yani, ABD’nin uluslararası etkinliğinin zayıflamaya başlamasına karşın, “çok kutuplu bir dünya”nın oluşmakta olduğunu söylemek için, zaman henüz erken.
Aslında son zamanlarda ABD’nin “tek süper devlet” olarak dünyadaki egemen konumunu korumakta zorlandığı ve eski etkinliğini kaybetmeye başladığı açık. Buna paralel olarak, özellikle Rusya’nın -ve belirli oranda Çin’in- kendi nüfuz alanlarını genişletmeye çalıştığı ve giderek ABD’nin karşısına çıktığı görülüyor.
Ancak bugünkü manzara, Soğuk Savaş döneminde olduğu gibi, Rusya’nın ikinci bir kutup olarak ortaya çıkmakta olduğu ve (belki de başka güçlerin de katılımıyla) “çok kutuplu bir dünya”ya doğru gidildiği sonucunu çıkarmaya yeter mi?
Henüz bu noktaya varılmış değil.
BAŞLIKTAKİ soruya bir çırpıda “evet” yanıtını vermek yanlış. Daha doğrusu böyle bir sonuç çıkarmak için zaman henüz erken...
İlk bakışta, ABD’yi günlerden beri sarsan mali krizin vahim boyutları karşısında, Washington’un sadece ekonomik değil, siyasal alanda da, dünyadaki “dominan” gücünü ve etkinliğini kaybedeceği akla gelebilir.
Wall Street’teki “tsunami”nin ABD’de çok şeyi değiştireceği açık. Bunun ilk belirtileri de ortada. Örneğin Amerikan kapitalizminin medarı iftiharı olan liberal sisteme -geniş çaplı devlet müdahaleleri ile- şimdi bir “rektifikasyon”dan geçiyor... Krizin geniş halk yığınlarında yarattığı sıkıntıların giderilebilmesi için, “sosyal” nitelikli politikaların geliştirilmesi düşünülüyor.
Bu kriz, ABD’yi önümüzdeki aylarda -ve belki de yıllarda- ülkedeki ekonomik ve sosyal sorunlarla daha yakından uğraşmak ve sonuçta daha içine kapanmak zorunda bırakacaktır. Buna, ekonomik kaynakları daha “hesaplı”
DEMOKRATİK ülkelerde siyasal liderlerin, yolsuzlukla ilgili suçlamalar karşısında, görevlerinden çekilmeleri, sık rastlanan bir olay.
Ortaya atılan iddiaların doğruluğunun hararetle tartışıldığı hallerde dahi, önemli mevkilerdeki politikacıların, isimlerinin lekelenmemesi için, kendi iradeleriyle siyasi yaşamlarına son (veya ara) verdiklerine dair çok örnek var.
Bugünlerde dünya medyasına yansıyan iki örnek var ki, üzerinde durulmaya değer.
Bunlardan biri, bu coğrafyadaki bir ülkede, İsrail’de Başbakan Ehud Olmert’in istifa etmesi, diğeri ise oldukça uzak bir diyarda, Güney Afrika’da, Cumhurbaşkanı Thabo Mbeki’nin çekilmesiyle ilgili.
İki olay, nitelikleri ve nedenleri bakımından, birbirinden çok farklı. İkisinin asıl ortak yanı, yolsuzluklarla ilintili iddiaların ortaya atıldığı bir ortamda, liderlerin kendi onurlarını korumak ve ülkede gerginlikleri önlemek için, siyasetten çekilmeyi yeğlemeleridir...
Güven sarsılınca...
Pakistan Cumhurbaşkanı Asif Ali Zerdari, Başbakanı ve Genelkurmay Başkanı ile birlikte eğer geçen cumartesi akşamı İslamabad’daki Marriott otelinde verilen iftar yemeğine katılsaydı -ki böyle bir niyet vardı- menfur intihar saldırısının kurbanları arasında yer alabilirdi.
Nasıl oldu ise, son dakikada plan değişti ve böylece, yeni Cumhurbaşkanı bu terör faciasını yaşamaktan kurtuldu.
Ancak iktidarı devralmasının daha üçüncü haftasında, Zerdari istifaya zorlanan selefi Pervez Müşerref döneminden daha kritik ve sıkıntılı bir durumla karşı karşıya gelmiş bulunuyor.
“Th News” adlı Pakistan gazetesinin “Pakistan’ın 11 Eylül’ü” diye tanımladığı İslamabad’daki korkunç saldırı, teröristlerin bu yılın başından beri ülkenin çeşitli kentlerinde giriştiği 11’inci eylem. Bu olay, terörün artık kentlere yayıldığını ve güvenlik makamlarının bu tehlike ile pek baş edemediğini gösteriyor.
Gerçi saldırıdan hemen sonra Zerdari, yeni yönetimin Pakistan’ı “terör kanserinden kurtaracağını” söyledi,
Her yıl eylül ayının ikinci yarısında yeni dönem çalışmalarına başlayan BM Genel Kurulu, 192 ülkenin liderlerinin bir araya gelmesini sağlar.
Bu dünya zirvesi, liderlere hem kendi ülkelerinin politikalarını açıklamalarına, hem de güncel sorunlar üzerinde ikili veya çok yanlı görüşmeler yapmalarına imkân verir.
Önümüzdeki pazartesi açılacak olan 63. dönem toplantılarına bu kez Cumhurbaşkanı Abdullah Gül katılıyor. Bugün New York’a hareket edecek olan Gül, ilk oturumda (8. sırada) konuşmasını yapacak, Türkiye’nin dünya meseleleriyle ilgili görüşlerini ve bölgesel anlaşmazlıkların halli için oynadığı rolü anlatacak.
Ama Cumhurbaşkanı’nın ve yanındaki heyetin esas işi, Kurul dışında, yoğun temaslar yapmak olacak. Bu temasların bir kısmı, Türkiye’nin Güvenlik Konseyi üyeliğine seçilmesini sağlamaya yönelik. Bir kısmı ise, ikili veya bölgesel anlaşmazlıklara çözüm arama çabalarıyla ilgili.
Üyelik yarışı
Genel Kurul’un
İSRAİL Dışişleri Bakanı Tzipi Livni’nin iktidardaki Kadima Partisi’nin yeni başkanı olarak seçilmesi, Ortadoğu’da barış olasılıklarını nasıl etkiler?
Bu sorunun yanıtı, her şeyden önce Livni’nin başbakan olup olmayacağına ve ne gibi bir hükümet kuracağına bağlı.
50 yaşındaki kadın politikacı, Başbakan Ehud Olmert’in bıraktığı parti başkanlığına gelmekle, ilk siyasal zaferini kazandı. Parti içindeki rakibi olan eski Genelkurmay Başkanı Gen. Şaul Mofez’i az farkla da olsa yenebilmiş olması, bir başarı.
Ama Livni’nin zor işi asıl şimdi başlıyor. Cumhurbaşkanı Şimon Peres hükümeti kurma görevini kendisine verecek. Bu, iki buçuk yıldan beri Olmert’in başında bulunduğu koalisyon hükümetini sil baştan kurması demek.
İsrail Meclisi Knesset’te temsil edilen irili ufaklı ve karşıt eğilimli pek çok parti arasında, ortak politikalar üzerinde uyum sağlayacak birkaçını seçip hükümet kurmak hiç de kolay değil. Bu yüzden koalisyonlar çoğu zaman pamuk ipliğine bağlı kalıyor.
Bayan “Temiz”!