Dün telefonla görüştüğümüz Hikmet Çetin, Afganistan'daki bu "yeni başlangıç" ile ilgili izlenimlerini aktarırken kendisini en çok parlamentodaki kadın milletvekillerinin yansıttığı görüntüden etkilendiğini belirtti."Üst ve alt meclisten oluşan parlamentonun 351 üyesinin yüzde 30'u kadın" diye konuştu Çetin. "Halk Meclisi'nin 249 sandalyesinde 68 kadın oturuyor... Dikkatle inceledim, çoğunun başı açık. Bir kısmı saçlarını eşarpla örtmüş. Ama sokakta görülen türden burka ile kapanan tek bir hanım milletvekili yoktu... Diğer ilginç bir nokta da, törende kadınlarla erkeklerin yan yana oturmasıydı"...Afganistan'da böyle bir görüntü hiç hayal edilebilir miydi? Hele kadınları adeta toplum dışı sayıp aşağılayan Taliban rejimi döneminde...* * *AFGANİSTAN, yeni anayasası, halk tarafından seçilen cumhurbaşkanı ve parlamentosu ile, siyasi yapılanma sürecinde yeni bir aşamaya girmiş bulunuyor.Sovyet işgali ve Taliban yönetimi altında "kan ve gözyaşı" ile geçen 32 yıldan sonra, şimdi 30 milyon Afgan nihayet rahat yüzü görebilecek mi? Ülkede birlik beraberlik sağlanabilecek, güvenlik kurulabilecek, yaşam koşulları düzelebilecek mi?Bu sorular Irak'taki durumu çağrıştırıyor. Ancak ilk bakışta göze
Irak'ta geçen perşembe günü yapılan parlamento seçimlerinin henüz kesinleşmeyen sonuçları, ana hatları ile şu tabloyu ortaya koyuyor: Dinci Şii "ittifak" 275 sandalyeli mecliste birinci parti durumunda. Onun hemen ardından, Kürt ittifakı geliyor. Bu kez seçimlere katılmayı kabul eden Sünniler ise üçüncü pozisyonda. ABD'nin favorisi olan eski Başbakan İyad Allavi'nin laik Şii grubu ise, dördüncü sırada yer alıyor...Oy sayımı henüz tamamlanmış değil. Resmi açıklama yılbaşında yapılacak. Ancak oyların neredeyse yüzde 90'ının tasnifi, aşağı yukarı yeni meclisin alacağı şekil hakkında bir fikir veriyor. Bazı partilerin şikâyetleri nedeniyle belirli bölgelerde sonuçlar iptal edilse ve seçimler oralarda yenilense bile, herhalde bu tablo pek değişmeyecek.* * *ABD ve diğer birçok ülkenin beklentisi bu seçimlerin "demokratik, laik, birleşik ve istikrarlı bir Irak"ın oluşmasını sağlayacağı idi. Oysa sonuç, Irak'ta laik değil, köktendinci güçlerin hâkim duruma gelmekte olduğunu gösteriyor.Bu seçimlerin ortaya koyduğu diğer önemli bir özellik de, seçmenlerin genelde etnik ve dinsel temelde oy kullanmış olmasıdır. Yani "Iraklılık" anlayışından çok, Şii, Sünni; dinci, laik; Kürt, Arap, Türkmen
Çifte standart uygulayan sadece "büyükler" değil. Zaman zaman aynı tür davranışlar, başkalarından (hatta "küçükler"den) de gelebiliyor.Açıkçası, herkes (Türkiye dahil) politikalarını haklı göstermek için gerektiğinde benzer şekilde hareket ediyor. Ve çoğu zaman da karşı tarafı suçluyor.Diğer bir deyişle, zaman zaman çifte standart konsepti üzerinde çifte standart uygulanıyor!* * *Türkiye AB ile ilişkilerinde çifte standart uygulaması ile karşılaşmaktan yakınır. Bunun son örneği, Orhan Pamuk davası ile ilgili. Bu konuda Avrupa'dan gelen tepkiler -ve de baskılar- AB'nin Türkiye'ye karşı devamlı çifte standart uyguladığı yolunda bazı çevrelerde hâkim olan görüşü kuvvetlendirdi.Aslında Pamuk davası ve özellikle duruşma günü cereyan eden olaylar, sadece AB'den tepki görmedi. Bu olay neredeyse beş kıtadaki ülkelerde -ve medyalarında- Türkiye'nin imajını ve itibarını sarsan bir kampanyaya yol açtı.Bu tepkiler arasında en çok üzerinde durulan, kuşkusuz AB'den gelen çatlak seslerdir. AB yetkililerinin ve politikacılarının bu vesile ile Türkiye'yi eleştiren ve kınayan açıklamaları, işte Türkiye'deki bazı çevrelerin Avrupalıları çifte standart ile suçlamaları için yeni bir neden oldu.* *
Scheffer, NATO merkezindeki diğer birçok yetkili gibi, ittifakın artık -21. yüzyılın şartlarına göre- yeni roller ve misyonlar üstlenmesi gerektiğine inanıyor. Bir diplomatın ifadesiyle, "NATO halen kendini yenileme, kabuk değiştirme sürecinde"...* * *Bunun zorluğu burada herkesçe kabul ediliyor. Soğuk Savaş döneminde NATO'nun amacı (ortak güvenlik ve savunma) ve hedefi (Sovyetler ve Varşova Paktı) belli idi. NATO bu savaşı kazandı: Sovyetler Birliği ve Varşova Paktı dağıldı. Ondan sonra eski düşmanlar dost oldu; hatta büyük kısmı (Doğu Avrupa ülkeleri) NATO'ya katıldı...Ama yeni dönemde çok şey değişti: yeni sorunlar, yeni tehditler, yeni çatışmalar çıktı. Hem sadece Avrupa'da değil, dünyanın başka birçok bölgesinde... İşte NATO son yıllarda kendini bu yeni şartlara göre ayarlamak zorunluğunu duydu. NATO bugün de bir kimlik ve misyon arayışı içinde...* * *NATO merkezinde "eskiden işler ne kadar kolaydı, şimdi ne kadar zor" diyenler çok. Zorluk, Avrupa'nın ve dünyanın, ittifakın kurulduğu 1949'dan çok farklı olmasından, hedefin ve tehdit şeklinin değişmesinden kaynaklanıyor.Bugün çatışmaların mahiyeti farklı. Coğrafyası Balkanlar'dan Afganistan'a kadar uzanıyor. Sorunlar sadece
Dün Brüksel'de bu sözü NATO Genel Sekreteri Jaop de Hopp Scheffer'den, hem de Kıbrıs bağlamında ve Türkiye'nin lehinde duyduk.Önümüzdeki pazartesi günü Ankara'yı ziyaret edecek olan Scheffer, NATO merkezinde bir grup Türk gazetecisiyle görüşmesinde, NATO ile AB arasındaki diyalog çerçevesinde Kıbrıs pürüzüne değindi. İlginç olan husus, NATO'nun bir numaralı yöneticisinin, bu sorunun çözümü için Kıbrıs Rum yönetimi ile AB'ye sorumluluk düştüğünü belirten ifadeler kullanmış olmasıdır.* * *SCHEFFER şöyle konuştu: "Tutumumu şu deyimle açıklayacağım: Tango için iki kişi gerek. Yani çözüm için iki taraf da çaba harcamak zorunda... Referandumun sonucunu biliyoruz. Şimdi çözüm, Kıbrıs'ın (Rum yönetiminin) ve de AB'nin elinde... Ben NATO ile AB'nin birçok alanda birlikte çalışması ve birbirini tamamlaması gereğine inanıyorum. Kıbrıs'ın bir engel oluşturmasına üzülüyorum. Ben NATO Genel Sekreteri olarak AB nezdinde yetkili değilim. Ama tekrar ediyorum. Tango için iki taraf gerek. Çözüm için Kıbrıs ve de AB'nin sorumluluğu var. Umarım ki yakında bu mesele çözümlenir"...Scheffer bunu NATO-AB ortaklığı için zorunlu görüyor. Onu umutlandıran bir gelişme var: O da, Türkiye ile Kıbrıs Rum
Tabii bu sorunun yanıtı, seçim sonucuna, yani ülkedeki çeşitli etnik ve dinsel grupların yeni Meclis'te -ve dolayısıyla hükümette- ne şekilde temsil edileceğine, siyasi dengelerin nasıl oluşacağına da bağlı.Yarın, bu yıl içinde üçüncü kez sandık başına gidecek olan Iraklıların vereceği oy, gerçekten Irak'ın siyasi kaderini belirleyecek. Seçilecek olan parlamento ile, ülkede siyasal yaşam normalleşecek. Ona göre bir başbakan ve bir hükümet işbaşına geçecek. Referandumdaki eğilimlerin ışığında, yeni anayasa üzerinde daha dengeli bir siyasi yapılanma için, gerekli değişiklikler yapılacak... Tabii her şey "normal" giderse...* * *BU seçimlerin "anormal" şartlarda yer aldığı açık. Irak'ı kasıp kavuran şiddet nedeniyle olağanüstü tedbirler uygulanıyor. Örneğin Irak'ın sınırları kapatılıyor, seçim nedeniyle 5 günlük bir "resmi tatil" ilan ediliyor, gece sokağa çıkma yasağı konuyor...Ama bütün bu "anormalliklere" rağmen, nispeten özgür sayılan bir seçim yapılıyor. Irak toplumunun çeşitli kesimlerini temsil eden 226 grup veya partiye mensup 6 bin aday, yeni mecliste yer almak için yarışıyor. Kampanya sırasında her türlü ideolojik veya siyasal görüş ortaya atıldı (ABD işgaline ve bugünkü
Bu anlayışın temelinde, iki ülke arasındaki ilişkileri zedeleyen sorunlara öncelik verip bu ilişkileri anlaşmazlıktan işbirliği alanına çekmenin yollarını aramak fikri yatıyor. Ankara ve Washington bunun sağlanması için de sürekli ve yapıcı bir diyaloğu gerekli görüyor.Son haftalarda Amerikan yetkililerinin peş peşe Ankara'yı ziyaret etmesini, iki ülke dışişleri bakanlarının her fırsatta bulundukları çeşitli başkentlerde de bir araya gelmesini ve şu sırada CIA direktörünün, FBI başkanının hemen ardından Ankara'da, Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt'ın da Washington'da bulunmasını bu geniş çerçeve içinde değerlendirmek lazım.Bu temas ve görüşmelerin bir kısmı "teknik" nitelikte sayılsa da, temelde siyasal bir önem de taşıyor. Bunun anlamı, 1 Mart tezkeresi olayından sonra darbe yiyen Türk-ABD "stratejik ortaklığı"nın yeniden canlandırılması amacı üzerinde ortak bir anlayışın oluşmakta olduğudur...* * *Washington'dan gelen işaretler ABD'nin ilişkilerde soğukluk, hatta gerginlik yaratan bazı sorunlara öncelikle eğilmek gereğini fark ettiğini gösteriyor.Ankara'da görevine yeni başlayan ABD Büyükelçisi Ross L. Wilson'un geçen hafta Washington muhabirimiz Yasemin Çongar
Gerçekten de öyle. Papadopulos yönetimi, Rum kesiminin Kıbrıs Cumhuriyeti adı altında AB'deki varlığını, Türklere karşı çeşitli engellemelere girişmek için fırsat olarak kullanıyor. Ve ne yazık ki, çoğu zaman koca AB'yi peşinden sürüklemeyi beceriyor.Rum yönetiminin son "numarası", tüzükler paketi ile ilgili. Rumlar bu aşamada tam istedikleri gibi bir karar çıkartamadı, ama AB'nin gerek KKTC'ye 259 milyon euro'luk mali desteği sağlaması, gerekse "direkt ticaret"in yapılması ile ilgili kararını bloke edebildi.Evet, dün Türk basınında da belirtildiği gibi, KKTC'nin ve Türkiye'nin yoğun çabaları sonunda AB Komisyonu, "geri adım attı". Türk diplomasisi bu kadarını başarabildi. Ama sonunda ne oldu? Gerek mali destek, gerekse direkt ticaret ile ilgili tüzükler rafa kaldırıldı.* * *Kıbrıs'ta Nisan 2004'te yapılan referandumdan sonra, AB "evet" diyen KKTC'nin lehinde bir tavır alma ihtiyacını duymuştu. Birlik, Türklere yıllardan beri uygulanan ambargoyu sona erdirecek adımlar atacak ve böylece Kıbrıs adı altında sadece Rum tarafını üye yapma kararını bir nebze dengeleyecekti.Ama Kıbrıs Rum Kesimi üyeliğini garantiledikten sonra, AB'yi kendi görüş ve istekleri doğrultusuna çekmek için